14 Eylül 2013 Cumartesi

Bilişim ve Türkçe

        Bilişim teknolojileri geliştikçe ve yaygınlaştıkça etki ettiği alan da artıyor. Aklınıza gelebilecek birçok alanda boy gösteriyor bilişim. Özellikle de yaşayan dillere etkisi çok oluyor. Bilişim teknolojilerinin temeli Amerika'ya dayandığından bilişimdeki birçok terim de İngilizce oluyor. Hatta artık Amerika kökenli olsun olmasın yeni teknolojiler İngilizce kelimelerden oluşuyor. Bunun bizim dilimize olumsuz katkısı çok oluyor. Bu yargıya nasıl vardım?
Tabii ki araştırarak. Üniversitedeyken Bilişimci Martılar adlı bir projede dilimizin yozlaşması ile ilgili bir çalışma yürütmüştük. Oradaki deneyimlerimi, röportajları burada sizinle paylaşacağım.
        Onlayn, kol sentır, veb brovsır, eytiem, siensi, faktoring, mörç, pley of... Bu kelimelere Türkçe olarak bakıldığında hiçbirşey ifade etmiyor. Bunlar İngilizce kelimelerin kabaca okunuşları.Belki de binlerce buna benzer kelimelere günlük yaşamda rastlıyoruz ki bazı insanların konuşmalarını belki de anlayamıyoruz. Bunun suçluları sadece bir kesim değil, bunun suçluları devlet, insanlar, basın-yayın kuruluşları...
        Özellikle de bilişimin yaygınlaşması ile bu tür kelimelerin kullanımı arttı. Tabiki bu şekilde kullanılan her kelime bilişim kaynaklı değil ama çoğunluğu bilişim kökenlidir. Yeni çıkan bir ürün ilk çıktığı ismiyle basın-yayın organlarıyla tanıtılıyorsa vay halimize artık onu Türkçe olarak kullanmak çok zor. Mesela "online işlemler" yahu şuna çevrimiçi işlemler deseniz nolur? Ama olmaz artistlikleri bozulur. İngilizce bilenler anladı, peki bilmeyenler napsın?
Örnekler;
-Güzel ülkemde benzin tankerinin arkasında kocaman "danger" yazıyor. Hayatında İngilizceden bir kelime bile öğrenmemiş teyzemin biri bu yazıyı okuyor ve şunu diyor "vay akıllıya bak tanker yazacağına danger yazmış" diyor. Fıkra gibi fakat acı ama gerçek bir olay. Ne var oraya "tehlikeli" yazsan?
-Televizyonlarda konuşmaların arasında uçuşan İngilizce kelimeler. Bir programda gitarist ve şarkıcının çok iyi bir ikili oluşturduğunu anlatmaya çalışan bir sunucunun harika(!) cümlesi : "Siz çok iyi bir kapılsınız." Kapıl = couple = çift . Bunu duyduktan sonra da benim halim = komalık.
-Bir haber kanalı deniz taksisini tanıtıyor ve haberin sonunda "Deniz taksisini 444..... numaralı kol sentırlardan arayabilirsiniz." diyor. Kolun batsın diyesim geldi. Bu şekilde daha yüzlerce örnek sayabilirim ve dilimizin yozlaşmasına birçok suçlu bulabilirim.  
        Bilişimden gelen yabancı kelimeleri hazır kullanıp güzel bir Türkçe karşılık bulamayanlar utansın ve bunun suçlusu olsun, ayrıca herşeyi de Türkçe karşılığı ile kullanmak zorunluluğu getiren eski zihniyet de bunun suçlusu, basın-yayın organları da, insanlar da. Ha "design" kelimesi dizayn olur, "alternative" alternatif olur ama "online" online olmasın, "laptop" laptop olmasın, "link" link olmasın ...
        Online = çevrimiçi, laptop = dizüstü bilgisayar, link = internet adresi olsun. Yukarıdaki resimde de görüldüğü gibi "Türkçe'nin bir eksiği yok. Ya sizin?"
        Bu proje ile ilgili Üstün DÖKMEN ve Ege Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Metin EKİCİ ile gerçekleştirdiğimiz röportajı ve değerli gazeteci ve yazar Feyza HEPÇİLİNGİRLER 'in bizler için gerçekleştirdiği semineri sizlerle paylaşıyorum.



----------------------------Prof. Dr. Üstün Dökmen İle Röportaj-------------------------------

            Ülkemizde psikolojik danışmanlık konusunda en önemli kişilerden biridir. Psikolog, yazar, akademisyen ve televizyon programcısıdır. Birçok bilimsel çalışması, kitapları ve yazmış olduğu oyunları vardır. Kendisi Türkçe kullanımına çok özen gösterir. “Küçük Şeyler” adlı televizyon programında, geçmişte birçok eser bırakıp, isimlerini yaşatanların varlığından bahsederken bizlere bir sözü vardı. Bu sözü kısaca özetleyecek olursak. Bizlerin de geleceğe bir eser bırakması, geleceğe katkıda bulunmamız için Türkçeyi doğru kullanmamız, onu korumamız gerektiğini vurguladı. Türkçemize sahip çıkma, O’nu yüceltme konusunda keyifli bir röportaj yaptık.
Röportaja kendimizi tanıttıktan sonra röportaj konumuz ile başladık. Kendisine Türkçenin yanlış kullanıldığını ve bizimde buna karşı olduğumuzu söyledik. Şunları söyledi;
“Yanlış kullanıyor, daha kötüsü kullanılmıyor. Mağazalara Türkçe ad koyamaz hale geldik. Maliyede Türkçe isim kuralı olduğu fakat dükkân isimlerinin yabancı isimlerden oluştuğunu söylüyor. Fransa’da adı Fransızca olmayan dükkan adı koyulmadığını söylüyor. Bizde ise yabancı isimlere özentilik var."
Bunlara birkaç örnek veriyor.
“Simit Center, Jasmine, Paradise, Dönerchi… Bu şekilde kullanımlar Türkçeyi katlediyor. Türkçe yazıldığı gibi okunur.Türkçeyi ilk bozan kelime ‘restaurant’ dır.Restoran olarak yazılması gerekir.”
Bir mağaza ismi örnek veriyor. Örnek olarak ABC Store diyor.
“Uluslar arası şirket değil tamamen Türk şirketi, ABC ismi de şirketin ortaklarının adlarının baş harflerinden oluştuğunu fakat okumaya gelince “eybisi” diye okuyorlar. Tezgâhtara neden böyle okunuyor diye sordum tezgâhtarın “efendim bu böyle okunur” diye cevap verdi. O zaman duvara the duvar, le duvar diyelim. Bu şekilde birçok dilden etkilenebilir ama bizim Türkçeyi kullanmamız gerekir.”
Simit Center üzerinde yorum yapıyor.
“Center ile ne alakası var susamları Londradan mı geliyor.” diye espirili bir yaklaşım ile eleştiriyor.
“Bu şekilde dilimizin ölmeye başladığını, ana dilimize saygımızın kalmadığını ve böyle giderse belki de 100 sene sonra Türkçe Hititçe gibi ölü bir dil olur.”
Ayrıca yapmak fiilinin birçok yerde kullanılarak yanlış kullanıma yol açıp Türkçeye zarar verdiğini söylüyor.  Yapmak fiilini ayrık otuna benzetiyor. “Ayrık otu bahçeyi sarar, renkli çiçekleri öldürür.” 
Dili öldüren iki etkenin bulunduğunu söylüyor.
“Birincisi kelimeyi alıp olduğu gibi yazarak kullanmak. Örneğin club yazıp kılap okumak. İkincisi diğer dillerden kural almak. Yabancı dillerden kötü tercümeler ile yanlış kalıpların yerleşmesi gibi.”
“Kendine iyi bak” deyişinin yanlış bir deyiş olduğunu, dizilerde birçok yanlış kullanımın bulunduğunu ve halkımızın bunu benimsememesi gerektiğini söylüyor.
Acı ama gerçek olan bir örnek daha veriyor.
“80li yıllarda Tunalı Hilmi caddesinde bir dükkana Türk Dil Kurumu plaket verdi. Çünkü o dükkân cadde de bulunan tek Türkçe isimli dükkândı.”
Yabancı isimli dükkanların Türkçeye saygısızlık, halka saygısızlık ve bazen üçkağıtçılık olduğunu söylüyor.
Çalışmalarımızda bize önerileri olup olmadığını sorduk. Bu konu ile ilgili genel çözüm önerileri sorduk.
“Kısa vadeli çözüm yolarından kaçınılmalı. Maliyenin şirket isimlerinde Türkçe isim zorunluluğunu tabelalardaki isimlere de yansıtması gerekiyor. Herkes Türkçe isim kullanırsa müşteri kaçırma endişesi olmaz. Bunun yanında kitap okumak gerekir. Tercüme kitaplar okunur ama kendi yazarlarımızdan da vazgeçmeyelim. Mesela Hüseyin Rahmi Türkçeyi çok iyi kullanmış bir yazardır. Eserlerinin içeriği sanki günümüzde yazılmış gibi günceldir.
Bir toplum kendi yazarına iltifat etmezse dili ölür. Örneğin Adanalıların İnce Memedi, İzmirlilerin Necati Cumalı’yı bilmesi okuması gerekir. Fransa yasaklar ile yabancı kelime kullanımını engelliyor. Yasaklardan çok kurallar ve bireysel bilinç gereklidir.”
Projede halkımız bu konuda bilinçlendirmek için ve çalışmalarımızı duyurmak için çabaladığımızı söyledik bizi desteklediğini söyledi. Kendisine bu hoş sohbeti ve paylaşımı için teşekkür ederiz.

------------------------------ Feyza HEPÇİLİNGİRLER Söyleşi Özeti ---------------------------------

Medyada Türkçenin yanlış kullanımını esprili bir dille eleştiren Hepçilingirler, spikerlerin haber sunumlarına uygun yüz ifadesi kullanmadığına değindi. Haber spikerinin konuya göre yüz ifadesini ayarlaması gerekirken güler yüzle söylediği haber cümlesini, notlarından bizlerle paylaştı:
“-Ölü sayısının 50.000’e çıkmasını bekliyoruz.” Sanırsınız ki kına yakacaklar.
Trafik kazası haberleri hakkında ise;
            “Trafik canavarı bu gün buradaydı, trafik canavarı bu gün şuradaydı, sanırsınız ki bir canavar dolaşıyor, bir canavar dolaşıyor, bazen orda, bazen burada bizim hiçbir suçumuz yok!”
Yine haber bültenlerinde sıkça kullanılan sözlerden biri olan “Gündeme bomba gibi düştü”, sözünün kullanımı eleştiriyor, gündeme eften püften şeylerin, örneğin bir mankenle sporcunun aşkının bomba gibi düştüğünü; durum böyle olunca gerçekten bomba gibi düşmesi gereken haberlerin nasıl düşeceğini bilemediğini söylüyor. Ve bu konuda birçok örnek vererek basın yayın organlarında Türkçenin yanlış kullanımına değindi.
            Ayrıca Türkçe’ nin bir bilim dili olmasında engel olmadığını aksine Türkçenin bir bilim dili olması gerektiğini başka bir ülkenin vatandaşından da duyduğunu söyledi. Yani bilgisayar dilinin Türkçe olması bilgisayarın işleyiş yapısına daha uygun olduğunu söyledi.
Konferans sonrası gelen sorulardan bir tanesi biz öğretmen adaylarının bu konuda neler yapabileceğimize dairdi. Hepçilingirler bu soruya şöyle cevap verdi:
            “Sabırla iğneyle kuyu kazar gibi o yanlış kullanılan sözcükleri düzeltmek gerekiyor. Şu anda artık Arapça, Farsça sözcüklerle uğraşıp onların Türkçelerini bulmak yerine koymak falan bence uğraşılacak konu değil. Bence dava bu değil. Dava ne? İngilizcenin egemenliği tüm dünyada var biliyorsunuz, sadece Türkiye’de değil. Son olarak Fransa’da Eurovision’a İngilizce şarkı ile katılacak diye birçok kişi homurdandı. ingilizce dünyanın en kusursuz dili değil. Türkçede birçok sesi tek bir harfle karşılama şansınız var, her ses için bir harf, bu büyük bir kolaylık. Oysa kalkıyor birileri “paşa” sözcüğünü “pasha” olarak yazıyor. Yani kusura bakmayın ama bu bir salaklık. Çünkü tek harfle sen onu ifade edebiliyorken niye öyle yazıyorsun? Turistik olsun diye. Turist için bence “ş” harfi daha ilgi çekicidir. “ş” diye bir harf gören turist, bu nasıl bir harf diye merak etmez mi? Ona “pasha” yı “paşa” diye okutmak mı amacımız, yoksa Türkiye’ye geldin bak burası ayrı bir kültür, ayrı bir ülke,  ayrı bir dil, bak bunun tadını çıkar demek mi?”
             Tek bir insanın bile bir şeyleri değiştirebileceğini şu örnekle açıklıyor:
            “Bir yaz gecesi kapısı penceresi kapalı bir odada, açık bırakırsanız daha büyük bir talihsizlik olabilir. Bir tek sivrisinek neler yapabilir? Sadece bunu düşünün. Bir sivrisinek size geceyi zehir edebilir. Öyleyse bir sivrisinekten daha güçlü olduğumuza inanırsak tek başımıza da olsak yapacak çok şeyimiz var.”
           
Bizler için oldukça bilgilendirici ve keyifli geçen bu güzel konferans için Sayın Feyza Hepçilingirler’e tekrar teşekkür ederiz…


-------------------------------- Prof. Dr. Metin EKİCİ ile röportaj -----------------------------------

           Ege Üniversitesi Türk Dili Bölüm Başkanı Prof. Dr. Metin Ekici ile “Türkçenin güncel sorunları ve çözüm yolları” üzerine bir röportaj gerçekleştirdik.

            Metin Bey’in değindiği Türkçenin sorunları ve çözüm önerileri aşağıda maddeler halinde belirtilmiştir.  

  • Türkçeyi yıpratan, dilde kirlenmeye neden olan temel sorunlar arasında günümüzde, gençlerin cep telefonu ve bilgisayarda sohbet programlarında kullandıkları dil; televizyonlarda, dizilerde, haber ve magazin programlarında kullanılan dil, dizi karakterlerinin taklit edilmesiyle ortaya çıkan dil; ticari kesimin tabelalarda kullandığı yazılı dil ve yöresel ağızların, sözlü ve yazılı, İstanbul Türkçesini bastırması; şu anda aklıma gelenler; vardır.
İsterseniz öncelikle televizyonlardaki durum hakkında konuşalım. TRT şüphesiz ki Türkçenin en iyi kullanıldığı televizyon kanalı. Uzun yıllardan beri ciddi kontrol mekanizması olan ve en iyi yetişmiş elemana sahip bir kanal. Keşke her kanal TRT gibi Türkçemizi düzgün kullanma konusunda gereken duyarlılığı gösterse. Ama maalesef ki özel kanallarda bu böyle değil. Çünkü özel kanallar arasında reyting elde etme, en çok seyredilme oranını arttırma böylelikle de kanallarına daha çok reklam alabilme adına bir rekabet söz konusu. Yani aslında her şey ticari bir kaygının sonucu. Popüler kültür dediğimiz kitle bir tüketim kültürü. E dil de doğal olarak kendi çağının popüler kültüründen hem etkileniyor hem de kültürü etkiliyor. Kanallar da ticari bir kaygının sonucu olarak, reyting elde edebilmek için elinden gelen her şeyi yapma eğilimi sergiliyorlar. “Hemen tüket, daha çok tüket” anlayışını, zaten bu anlayışa yatkın olan kültürümüze aktarıyorlar. İnsanlarımızın daha çok tüketmesini sağlamak için ise maalesef dili bir araç olarak kullanıyorlar. Programlarda, dizilerde, haberlerde vb. dili iğreti bir biçimde kullanarak bir etki yaratmak istiyorlar. Çünkü amaç kurallı olmak, dili düzgün kullanmak değil, çarpıcı olmak, insanların, izleyicilerin dikkatini çekebilmek. Bunun için de kasıtlı olarak dili yanlış kullanıyorlar. Dil bir gülmece unsuru oluşturacağı zaman, kasıtlı olarak dil yanlışları yapılır. Örneğin; Nejat Uygur tiyatrosunda dil yanlışlarına sıkça rastlarız. Benzer şekilde, Hacivat’la Karagöz gibi 2’li grupların hepsinde de kasıtlı dil yanlışları yapılmaktadır. Ama orda yanlış anlamaya dayalı bir gülmece söz konusudur. Yoksa gülmece unsurunun olmadığı, sadece ticari kaygıların güdüldüğü, “insanlar bizi izlesin, biz de daha çok reklam alalım” düşüncesiyle hareket edilen durumlar için dil kasıtlı olarak yanlış kullanılamaz, asla da kullanılmamalıdır. Çünkü dilde yapılan bu yanlışlar gençler tarafından süratle kopya ediliyor. Popüler kültür dediğimiz olgu, yetişmekte olan genç kuşak üzerinde önemli bir etkiye sahip nihayetinde.

Kanallarda kasıtlı olarak dil yanlışlarının kullanıldığından bahsettik. Yine kanallarda dikkat edilmeyen, dilin yanlış kullanıldığı bir başka nokta ise dildeki ritmi sağlayan, kelimeleri söylerken oluşan ahenk dediğimiz dilde güzellik dediğimiz, telaffuzun olması gerekenden farklı olması. Yani Türkçede vurgulamada ve kelimelerin telaffuzunda belirli kurallar vardır. Vurgu noktadan önceki kelimededir, kelimelerde ise vurgu son hecededir ve siz bir cümleyi okurken, bir kelimeyi söylerken bu temel kurallara uymak durumundasınız Yani siz “telefon” dersiniz (vurgu sonra) normal bir konuşmada, bunu “telefon” ya da “telefon” şeklinde vurguyu ilk heceye yada ortadaki heceye alarak ifade etmezsiniz. Zaten söylerken de dikkat ederseniz vurgunun yeri değiştiğinde oradaki anlam da, ifade ediş şekli de değişmekte, sanki birine sesleniyormuş ya da kızgınlıkla söylenmiş gibi bir izlenim yaratmakta. Bu Türkçenin yapısıyla ilgili bir durum. Tabi bazı istisna kelimeler var, özellikle de sesteş dediğimiz, eş sesli dediğimiz yazılışları aynı anlamları farklı kelimelerin birbirinde farklı telaffuz edilmesi, vurgunun farklı hecelerde olması ile biz kelimenin ne anlamda kullanıldığını anlarız. Bunun en basit örneği, televizyonda magazin programlarında sıkça rastladığımız yer adları. Çeşme, Bodrum derseniz farklıdır, çeşme ya da bodrum farklıdır. Yani siz “Çeşmesi açık unutulan evin bodrum katı sular altında kaldı” gibi bir ifadeyle, vurguyu yanlış yerde kullanarak bir cümle kurmamalısınız. Açık unutulan çeşme dir ve bodrum sular altında kalmıştır. Tabi sunucuların bu konuda bu konuda dikkatli olması gereklidir. Vurgu nerde? Ben bu cümleyi nasıl okumalıyım? Bu kelime nasıl telaffuz edilmeli? Bunların hepsini kendilerine sormalılar ve kullandıkları dilde ritim bozukluğunu, telaffuz hatalarını en aza indirmeliler. Bunun da en iyi, en güzel yolu eğitim. Yani siz eğer kaliteli ve başarılı bir sunucu olmak istiyorsanız ki sadece bu sunucular için değil, bir şekilde televizyonda ve medyada bulunan tüm insanlar için dili düzgün kullanmak önemli olmalı, iyi bir diksiyon eğitimi, konuşma eğitimi almanız gerekir. Bu şu açıdan da önemli. Gençler günümüzde zamanlarının çoğunu televizyon karşısında geçiriyorlar. Dikkat çekici ve onlara farklı gelen bir söylemi anında kopya ediyorlar. Çünkü televizyonda gördükleri kişileri model olarak görüp, onlar gibi konuşmak, onlar gibi davranmak eğilimindeler. Televizyon başında geçirilen zaman bu kadar fazla iken de gençlerin her gün izledikleri kişilerin söylemlerini taklit etmeleri, bu söylemleri benimsemeleri maalesef ki kaçınılmaz.              

  • Neden yabancı kelimeler kullanma gereği duyuyoruz peki; diye soracak olursak bunun belli başlı birkaç nedeni var. En önemli nedeni olarak da o dile duyulan hayranlık demek yanlış olmaz. Tabi yabancı kelimeler deyince İngilizceyi kastediyorum. Her çağın kendine özgü bir popüler kültürü oluşuyor, nasıl ki bir zamanlar herkes Fransızca öğrenmek, Fransızca konuşmak istiyordu, günümüzün popüler kültürü olarak da şu anda herkes İngilizceye karşı bir hayranlık içerisinde. Sanki bir kelimeyi Türkçe değil de İngilizce söyleyince daha aydın, daha entelektüel biri olduğu izlenimi yarattırmaya çalışıyorlar. Bu kişinin kendini kabul ettirme çabası olarak değerlendirilebilir. Nihayetinde günlük dilde, konuşma dilinde temel amaç iletişim kurmaktır. Özellikle gençlerin konuşma dilinde yabancı kelimelere sıkça başvurmasındaki diğer bir neden ise o kelimenin dilde tam karşılığını bulunamaması ya da karşılığı varsa bile bilmiyor olması. Böyle bir durumda da kişi kelimenin karşılığını aramak yerine İngilizcesini söylüyor. Nasıl olsa herkes İngilizcesini kullanıyor, herkes İngilizcesini biliyor diye rahatlıkla o kelimeyi kullanıyor. Hal böyle olunca da sokaklarda konuşulan dil, yarı Türkçe yarı İngilizce bir hal alıyor. Yani bir yabancı kelimenin dilimize yeni girmesi, günlük yaşamda yeni yeni kullanılmaya başlanması durumunda herkes o kelimeyi kelimenin kendi dilinde söylüyorsa siz de karşınızdaki kişi ile iletişim kurabilmek adına o şekilde kullanabilirsiniz. Ama kelimenin Türkçe karşılığı belirlendikten sonra artık, kelimeyi Türkçe şekliyle ifade etmek zorundasınız. Evet dili doğuştan beri kullanıyoruz başta dil bir kazanım bizim için ama dil aynı zamanda edinilen bir şeydir. Eğitim ile dili ediniyoruz, kendimize göre bir üslup oluşturuyoruz. Dilde yabancı kelimelerin kullanımı o kadar fazla ki. En basit örnek artık 5 yaşındaki bir çocuğun elinde de görebileceğimiz ve gördüğümüzde de şaşırmadığımız cep telefonları. Telefonun kendisi yabancı bir kelime. Telefonla ilgili diğer şeyler de; tuş yabancı bir kelime, sim yabancı bir kelime, mesaj yabancı bir kelime. Ama yıllardan beri öyle kullanıyoruz, yani ülkeye geldiği anda biz bu kelimeye bir karşılık üretmemişiz ve dilimize yerleşmiş. Artık bunu dilden atmak imkansız. Bilimsel terminolojiyi kabul etmek zorundayız. Çünkü üretken bir toplum değiliz. Aslolan telefonun kendisini üretmektir. Neden? Çünkü üreten toplumlar tüketenlere kılavuzu verir. Üreten toplum ürettiği üzerinde söz hakkına sahiptir ve kullanımını diğer ülkelere verir. Tüketen toplumlarda ise birinci basamak yabancı bir ülkeden aldıkları yeni ürün ülkeye geldiği anda kelimenin kendi dillerinde karşılığını üretmektir. Eğer bunda da başarılı olamıyorsanız; yani yeni bir şeyler üretmiyorsanız, başkalarının ürettiklerini aldığınızda kelimenin kendi dilinizde karşılığını da bulamıyorsanız; ikinci basamak kaçınılmaz olarak kirlenmedir. Bu noktada Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nde kullandığı bir cümleyi hatırlatmak istiyorum. “Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler.” Yani eğer siz eğer yabancı bir kelime kullanırken bunu Türkçesini hatırlayamadığınız için ya da dalgınlıkla konuşma anında yabancı bir kelime kullanıyorsanız bu gaflettir. Eğer kelimenin Türkçede karşılığı yok ve siz kelimeye kendi dilinizde bir karşılık üretme yerine zorunlu olarak yabancı dildeki halini kullanıyorsanız bu dalalettir. Ama en vahim olanı da yabancı bir kelimenin Türkçe karşılığı varken siz ısrarla, bilinçli olarak, kelimenin kendi dilinizdeki karşılığını kullanmamanızdır; işte bu da hıyanettir.
  • E biz hiç mi üretmiyoruz? Tabi ki bizim de üretim yaptığımız çeşitli alanlar var. Türkçenin diğer biri sorunu da şu: Üretim yapanlar ürünlerine her nedense Türkçe isim vermek istemiyorlar. Yeni bir ürün ortaya koyduklarında, o ürüne isim arayışı içine girdiklerinde Türkçe isimlerden ziyade yabancı kelimeler düşünüyorlar. Neden diye sorduğunuzda da, e işte insanlar Türk malına güvenmiyor, yabancı marka gibi durunca daha çok satış oluyor. Ne kadar yanlış bir düşünce. Siz madem bir ürün üretiyorsunuz neden kendinize güvenmiyorsunuz. Eğer kaliteli bir mal ise insanların sizin ürettiğiniz ürünü almaması için hiçbir neden yok. Yani yabancı markalı ürünlere ticari kesimde farklı haklar veriliyor olabilir ve siz de bu haklardan yararlanmak için ürettiğiniz ürüne yabancı bir isim koymuş olabilirsiniz ama bunun dışında insanların yabancı markalara daha çok güveniyor oldukları, “biz dünya çapında bir marka olacağız, İngilizce bir ad koyarsak işte insanlar daha kolay anlarlar, kelimeyi hafızalarında kodlamaları daha kolay olur” vb. bir düşünceyle, yabancı isimlerin  akılda daha kalıcı olduğu gibi söylem kesinlikle söz konusu olamaz. Dünya çapında ürünleri satılan Türkçe isimli markalar yok mu? Var. Et ve süt ürünlerinde Pınar örneğin. Benzeri şekilde Mavi kotları da tüm dünyada satılmakta. E insanlar bu Türk malı biz bunu almayalım demiyorlar. Neden? Çünkü kaliteli ürün üretmişler. Siz de ürettiğiniz ürünün kalitesine güveniyorsanız, hiçbir insan, çok istisnai durumlar hariç yani aşırı derecede Türk mallarına karşı olumsuz bir tutum sergileyenler olabilir ama o da milyonda bir bi ihtimal, “Aa, olmaz bu Türkçe isimli bir ürün biz bunu almayalım” demez. Bir firma asıl ürettiği ürüne Türkçe isim vermediği zaman Türkçeye zarar vermiş oluyor.
(Sayın hocamız Metin Bey ile yarım kalan görüşmemizin ikinci bölümü)

  • Geçen sefer Türkçenin neden doğru kullanılmadığı ve neden yeterince etkin dil anılmadığı ve Türkçede kirlenme dediğimiz sorunun temel olarak nerelerden kaynaklandığıyla ilgili birtakım görüşlerimizi paylaştık. Bunların bir kısmının bilgisizlikten, yeterli eğitim almamış olmaktan, bir kısmının Türkçe konusunda yeterli duyarlılığı göstermemekten kaynaklandığını, bir kısmının ticari kaygılardan kaynaklandığını, bir kısmının karşılık bulamamaktan, bir kısmının da kasıtlı olarak yapıldığını söylemiştik. Bu konuda televizyon örneğini, yabancı dilde eğitim görmeyle ilgili –o soruna çok fazla temas etmedik aslında ama kısmen- başka ülkelerde yabancı dilde eğitim görmenin daha sonra Türkiye’ye döndüklerinde özellikle teknik alanlardaki karşılıklarını bulamamaktan yada araştırma kaygısı içine girmek yerine doğrudan doğruya öğrendikleri dildeki terimleri ve yahut da kelimeleri, sözcükleri kullanmayı tercih etmelerinden kaynaklandığını, ama en temel olgunun da yaratıcılık üreticilikten geçtiğinden bahsettik.
  • İsterseniz Türkçenin eğitim dili olmasıyla ilgili bazı kaygıları paylaşalım bugün. Zaman zaman bilim adamlarının, zaman zaman iletişim araçlarında köşe yazarlığı veyahut da sunuculuk yapan kişilerin kullandığı bir tabir var “Türkçeden bilim dili olur mu? Filanca hoca, filanca öğretim üyesi Türkçeden bilim dili olmaz” gibi ifadeler kullandığına dair haberlere rastlıyoruz. Türkçeden neden bilim dili olmasın. Yani Türkçenin bilim dili olmasını engelleyen bir sorun mu var bu dilde.  Böyle bir şey kesinlikle kabul edilemez. Çünkü bir dil yazı dili olmuşsa, bir dil yüzyıllardan beri kullanılan bir dil olmuşsa, bir dil canlı olarak yaşatılıp hem sözlü hem de yazılı olarak pek çok eserin yaratılmasında kullanılabilmişse bilim dili olmaması için neden ne? Bu muhtemelen bizim dili kullanma konusunda yeterli duyarlılığa sahip olup olmayışımızla alakalı. Yani siz eğitimini gördüğünüz bir alanda kendi alanınızın özel terminolojisini, teknik olarak ifade edilmesi gereken bazı noktaları, ifade edebilecek, karşılayabilecek Türkçe kelime arayışı içine giriyor musunuz? Yani batıda herhangi bir alanda eğitim görüyorsunuz bakıyorsunuz ki çok geniş bir kelime dağarcığı var ve her şeyi ifade etmeye yeterli. Bu noktada tipik bir örnek olması açısından söyleyeyim. Exibition kelimesi. Exibition kelimesi Fransızcadan Türkçeye girdi, daha sonra İngilizceden girdi. Bununla birlikte batı dillerinde yani, latin tabanlı olan anglosakson kökenli dillerde çok geniş bir kelime ailesi var ve kelimenin Türkçede karşılığı sergi. Şimdi siz exibition kelimesini de kullanabilirsiniz ama pek çok yerde yani, gerek televizyonlarda gerekse gazetelerimizde ve dergilerimizde, baktığınız zaman İstanbul’da filanca yerde filanca exibition ya da exibisyon şeklinde Fransızcadan giren karşılığı. Yani sergi kelimesi sanki ilk anlamda, “e pazar sergisi mi olacak, üzüm sergisi mi olacak” gibi, kelimenin Türkçede karşılığını biraz daha küçülten, biraz daha küçümseyen bir karşılıkmış gibi gösterme eğilimi hâkim olabiliyor. Halbuki terim demek dilde belli sözcüklerin belli kelimelerin özelleştirilmesidir. Hususi olarak, özel olarak belli bir alanda belli bir şeyi ifade edebilmesi demektir kelimenin. Tabi ki günlük dildeki anlamı da hala kullanılmaya devam edecektir. Şimdi siz bu tür karşılıkları bulmaya kalkıştınız mı kalkışmadınız mı? Geçen hafta da konuşmuştuk yine computer kelimesi İngilizce, eğer siz computer kelimesini Türkçede kullanmaya çalışırsanız olduğu gibi teknik bir kelimeyi Türkçeye yerleştirmiş olursunuz. Ama bilgisayar şeklinde tamamen o aracın işlevinden hareketle onu karşılayan bir sözcükle de yani daha önce Türkçede bulunmayan bir kelimeyle de bunu karşılamayı tercih edebilirsiniz. Benzer şekilde yazıcı; yani printer kelimesini pek çok kişi bilir ama yazıcı kelimesi son derece güzel bir sözcük olarak dilimize artık yerleşti ve genç kuşakta, marketinden, pazarından, bilgisayar kullanıcısına kadar herkesin dilinde bu mevcut. Ama ne yazık ki kartuş kelimesinin karşılığı üretilmedi ve ya teklif edilmedi ve ya yerleşmedi. Yani şu anda yazıcının içerisindeki mürekkebi bulunduran haznenin adı başka bir dilden olduğu gibi bize taşındı. Yani ödünç bir kelime olarak aldınız ve bu, bu şekilde yerleşti. Aynı şekilde yazıcıyı kullanmayı teklif ederken kartuş karşılığında da bir kelime teklif edilemez miydi? Edilebilirdi tabi ki. Yani scanner kelimesinin karşılığına tarayıcı kelimesini, printera yazıcıyı, computer’a bilgisayarı teklif ederken neden diğer alanlarda da bu çalışmalar yapılmıyor? Bu şu demek; dil sadece Türkçeyle, Türk Dili’yle, Türk Dili ve Edebiyatı’yla uğraşanların işi mi? Yani siz alanı sadece o alanda çalışan kişilere verirseniz sizin alanınızda onların kelime üretmesini beklersiniz ama onlar sizin alanınıza ne kadar etkili bir şekilde katkıda bulunabilirler? Yani bu da ortak çalışma gruplarının oluşturulmasıyla ancak aşılabilecek bir sorundur. Bildiğim kadarıyla şu anda Türk dil kurumu içerinde farklı bilim alanları içerisinde bu türden çalışma grupları oluşturuldu. Örneğin bir mühendislik terimleri, bir mimarlık terimleri, bir tıp terimleri, bir matematik terimleri, astronomi terimleri gibi grup çalışmaları yapılıyor. Ve bunların önereceği ve kabul gören kelimelerin zaman içerisinde o alanın çalışanlarınca kullanılmasıyla dilimize daha az yabancı kelimenin girmesi söz konusu olacak. Yani girmemesi gibi bir şey söz konusu değil kelimelerin bir dilden başka bir dile girmesi çok çeşitli nedenlere dayanır ve bunun en baştaki nedeni de gereksinimdir, ihtiyaçtır. Yani siz ihtiyaç duyduğunuz bir şeyi alırken eğer onu temel olarak üreten ilk defa ortaya koyan toplum değilseniz üretildiği yerdeki yaratıldığı toplumdaki adını o nesneyle birlikte o olguyla birlikte o düşünceyle birlikte almak zorunda kalırsınız. Yani Türk Dil Kurumu olsun veyahut da kurumun oluşturduğu çeşitli çalışma guruplarının bu anlamdaki denetimi ancak belli bir noktaya kadar olabilir.
  • İkinci aşama da; hem sorunları ortaya koyuyorum hem de çözümleri mümkün olduğunca önermeye çalışıyorum. İkinci aşamada yapılması gereken bilinç oluşturma sürecini uygulamaya koymak. Bilinç oluşturma sürecinden kastettiğim ne. Şimdi bazı şeyler bize doğal süreçler içerisinde verilmiştir ve biz onları kaybetme noktasına gelene kadar pek fazla onların önemi üzerinde durmayız. Yani doğal süreç olarak bize sağlık verilmiştir, hasta olana kadar sağlığımızın kıymeti üzerinde çok fazla durmayız. Kardeşimiz bizim doğal sürecimizde ortaya çıkmış bir insandır ancak ondan ayrılmak, ondan uzak düşmek gibi bir durumla karşılaştığımızda kardeşin ne anlama geldiğini veya anne babayı kaybetme noktasına geldiğimizde anne babanın ne olduğunu o süreç içersinde algılarız. Dil de tıpkı bunlar gibi; yani bize bebekliğimizden itibaren verilen doğal süreçlerden biri. Tabi ki dil bir edinim yani mutlaka bebekliğimizden itibaren biz kelime haznemizi, kelime dağarcığımızı oluşturmaya başlamışızdır ve zaman içerisinde gördüğümüz eğitim doğrultusunda bu konudaki bilgimizi arttırarak dağarcığımızı genişletiriz. Ama doğal yollardan elde edilmiş olan, yani belli bir karşılık ödemeksizin, bir bedel ödemeksizin edinmiş olduğumuz bazı şeylere karşı bizim duyarlılığımız daha azdır. Yani bilinçaltında onların önemiyle ilgili bir vurgulama mutlaka vardır, ama o çok etkili değildir. İşte bilinç oluşturma sürecinde sık sık, özellikle de genç kuşağa ciddi bir bilinçlendirme, özellikle dil konusunda bir bilinçlendirme yapmak son derece önemli. Bu noktada da yine iletişim araçlarından, bireyin diğer bireylerle ilişkilerinin oluşmaya başladığı toplumsal ortamdaki ilişkilerden yararlanmak gerekiyor. Bu noktada en etkin unsurlar nedir dediğimizde mutlaka iletişim araçları en başta geliyor. Çünkü bireyin dış dünyayla olan etkileşimi en fazla onlar vasıtasıyla gerçekleşiyor. Tabi ki bu noktada televizyon kanalları akla gelebilir, radyo istasyonları akla gelebilir, gazeteler akla gelebilir, aynı zamanda internet akla gelebilir, cep telefonları akla gelebilir; yani size bilgiyi ulaştıran ve sizin sahip olduğunuz bilgiyi başkalarıyla paylaşmanızı sağlayan her türlü araç iletişim araçları kapsamı içerisinde, Türkçenin kullanılması ve Türkçe kelimelerin kullanılması ve de Türkçenin doğru ve düzgün kullanılmasıyla ilgili olarak etkin bir kullanıma sokulursa mutlaka sonuçta başarılı olmak mümkün olacaktır.
  • Bir diğer sorun ise tabi ki Türkiye’nin genel nüfus yapısıyla çok yakından alakalı. Neden Türkiye’de bu kadar çok başka dillerden kelime kullanma özentisi var diye sorduğumuzda; bu kültürün genelinde olan bir özelliktir. Yani kültürde değişim süreçlerini başka halde sorguya başlamak gerekiyor bu noktada. Genç kuşaklar her zaman hâlihazırda var olanı, mevcut olanı kullanmayı pek tercih etmez. Yani bir anlamda geleneksel dediğimiz eskiden beri devam edip gelen, büyüklerimizin atalarımızın uyguladığı bir takım süreçleri; ister bunu evlenme bağlamında alın, ister bir misafiri karşılama ya da uğurlama şeklinde alın, isterseniz evinizi şu veya bu şekilde döşemek, eşyaları yerleştirmek bağlamında alın; genç kuşaklarda daima bir önceki kulağa tepki kesinlikle söz konusudur. Yani bu annenizin babanızın işte; “bunları buraya büfeye koyuyorsun da ne oluyor; hiç kullanılmıyor”, “neden bu böyle”, “misafir odasına neden bizim girmemiz uygun karşılanmıyor” filan gibi tepkilerle başlayan genç kuşak tepkisi aslında hayatın, yaşamın her alanında mevcut. Bunun mevcut olduğu alanlardan birisi de dildir. Türkiye’de genç nüfus çok fazla; yani nüfusun oranlamasına baktığınızda nüfusumuzun çok önemli bir kısmının genç kuşak olduğunu görüyoruz. Hal böyle olunca gençlerin kendilerini ifade etme gereksinimleri, kendilerini vurgulama ve birey olarak toplum içersinde var olduğunu gösterme, ifade etme biçimleri, çok daha etkin bir şekilde ortaya çıkıyor. Gençlerin kendilerini, farkındalık yaratacak biçimde, ifade etme ihtiyacı ister istemez onların farklı bir söylem oluşturmalarına, farklı bir söylem geliştirmelerine yol açmaktadır. Dolayısıyla bir gencin başka bir dilden bir kelime biliyor olması arkadaş grubu içersinde, çevresinde, kendisinde farkındalık yaratacak bir şekilde, siz kendinizi karşınızdakine nasıl algılatmak isterseniz ona yönelik uygulamalar yaparsınız ona göre giyinirsiniz, ona göre konuşursunuz, jest ve mimiklerinizi yani pek çok şeyi ona yönelik olarak kullanmayı tercih edersiniz. Haliyle bu da yabancı kelimelerin Türkiye’de Türkçe dışında sözcükleri kullanma oranını arttıran etkenlerden birisi olarak ortaya çıkıyor. Benim bireysel kanaatim bu yönde. Kültürde de neden bu kadar çok fazla başka toplumların müziğini, oyunlarını, yiyeceklerini; ne bileyim, benzeri olgularına karşı bizde bir özenti, çok yoğun bir talep oluşuyor, diye sorguladığımızda da karşımıza; yani bu konuda özellikle düğün geleneklerimizle ilgili bir araştırma yaptığımda ortaya koyduğum kesitlerden birisi bu, yani her genç kendi düğününün farklı olmasını istiyor. Bu son derede doğal karşılayacağımız bir durum. Ama farkındalık ve farklılık yaratacağım derken ister istemez başka toplumlara doğru gidiyorsunuz ve alıntılamaya başlıyorsunuz. Her alıntı sizin toplumsal yapınızda ciddi bir değişim meydana getiriyor. Yani bu noktada işte, ilk önce dans olarak, sonra müzik olarak, daha sonra kıyafet olarak, daha sonra yemek olarak vs. vs. e bir de bakıyorsunuz ki kültürel katmanın pek çok alanında değişme kendini gösterme ve gözlenebilir hale geliyor. Yani  tek bir bireyin isteği halinde değil, pek çok genç bireyin benzer yaklaşımlar sergilemesi sonucunu ortaya koyuyor ki; değişimi bu noktada gözlemleyebiliyorsunuz. Bence dil kullanımında da aynı artış söz konusu. Bu da Türkçenin yanlış kullanılması, yabancı kelimelerle dolu bir Türkçe kullanımına doğru gençlerimizi sevk ediyor. Bu kasıtlı bir olgu gibi değerlendirilebileceği gibi tamamen bir özenme, bir farkındalık yaratma, kendini farklı bir biçimde ifade etme ihtiyacının doğal bir sonucu olarak da kabul edilebilir. Bu noktada gençlerimizi bilinçlendirmek son derece önemli. Bilinç yaratma sürecinin içerisinde,
“Evet siz bunu yapıyorsunuz ama bakın diğer taraftan da dilimiz yavaş yavaş eritiliyor. Aldığınız her bir kelime suya damlattığınız bir damla mürekkep gibi. Yani bir nehre bir damla mürekkep damlatırsanız nehrin, suyun rengi değişmeyecek ama bir kova dökerseniz, herkes birer kova kirli su dökmeye başlarsa, sonra bakarsınız ki, “aa nehrin suyu değişmiş, kirlenmiş her şey” demeye başlarsınız.

Dilde de aynı şekilde yani pek çok birey benzer gereksinimlerle yabancı kelimeleri kullanmaya başlayıp bunların bir de popüler kültür dediğimiz, yani tüketim kültürünün ticari gruplar tarafından, ister yerel gruplar ister küresel gruplar tarafından tetiklenmesi sonucunda oluşturulan bir tüketim bilinci var. Ve buna yönelik olarak kullanıldığında gençlerin iştahını bir taraftan kabartmak diğer taraftan da onları tüketici olarak bir şekilde kullanmaktadırlar. Yani gençlerimize bunu izah etmemiz son derece önemli. Bunun ne kadar erken farkına varırlarsa o kadar daha sağlıklı sonuçlar alacaklardır. Ben bu noktada size isterseniz; vermek istemediğim bir örnek aslında yani; Amerika’da bulunduğum sürede karşılaştığım bir şey. Aslında Amerika’dan örnek vermek benim çok hoşuma gitmez ama orada tanıştığım bir Japon arkadaşımla ilgili bir anımı paylaşayım bir örnek oluşturması için. Japon arkadaşım, İngilizce okulunda birlikte sınıftayken bir gün şöyle dedim;

“yani bak” dedim “biz Latin alfabesine geçtik ve onların alfabesini okumakta çok fazla zorlanmıyoruz, onlar da bizim alfabemizi okumakta çok zorlanmıyorlar. Siz hem Latin alfabesini okumakta zorlanıyorsunuz, hem de Latin alfabesini bilenlerin sizin alfabenizi hiçbir şekilde okuma şansları yok. Yani sen Japon harfleriyle bir şeyler yazsan benim hiçbir şekilde bunları telaffuz etme şansım yok.” Dedi ki; yani “bu bir ihtiyaç, eğer biri, batılı birisi Japonca öğrenmeye ihtiyaç duyuyorsa, öncelikle Japon alfabesini öğrenmek zorunda. Yani onu öğrenmeden de Japoncayı öğrenemez. Eğer biz kendi üretimimizi kendimize yetecek şekilde yapmaya devam ettiğimiz sürece ve Japonya teknik anlamda yüksek bir teknoloji üretmeye devam ettiği sürece Japonya’yla ticaret yapacak, iş yapacak herkes Japonya’yı önce harfleriyle, kültürüyle ve teknolojisiyle bilip öğrenmek, tanımak zorunda. Eğer biz bunları dışarıya satmakta zorlanırsak, o zaman biz bunların Latin harfleriyle olanlarını da yazarız. Bu bizim için sorun değil; biz bunu yapabiliyoruz ama başkaları bizi nasıl tanıyabilir.”

Şimdi burada varmak istediğim sonuç şu; bir özenti, “eğer onlardan bir kelime alırsam onlar gibi olurum” düşüncesini ortaya koymaya yönelik mi yoksa, onlar gibi olmaya çalışmak mı? Yani İngilizceden bir kelime kullandığınızda bir İngiliz gibi yaşamaya mı başlıyorsunuz, bir Amerikalı gibi yaşamaya mı başlıyorsunuz; yoksa siz kendi dünyanızı daha iyi ifade ettiğinizi, kendi düşüncelerinizi, kendi fikirlerinizi daha iyi açıkladığınızı mı düşünüyorsunuz. Yoksa arkadaşlarınıza, “bak işte filanca ne kadar bilgili, yani yabancı kelimelerden de, dünyanın her tarafından, bak bu arkadaşımızın haberi var” filan şeklinde bir vurgulama mı yapmak istiyorsunuz. Buradaki algılamalar da birbirinden çok farklı farklı şekillerde ortaya çıkıyor. Yani özentinin temel nedenlerini ortaya dökmek ve gençlerin bu konudaki isteklerini Türkçeyle ifade edebilecek bir bilinçlendirme süreci içerisine mutlaka girmemiz gerekiyor. Tabi ki bunlarda da özellikle, hani Cem Yılmaz’ın dediği gibi eğitim şart diyoruz.

Eğitim kurumlarımızda öncelikle buna başlamak gerekiyor. Şimdi bilimsel kuruluşlarda özellikle üniversitelerde biz, tabi ki pek çok kelimenin farklı dillerdeki karşılıklarını, kullanımlarını söyleriz öğrencilerimize; ama bu illa ki o sözcüğü tavsiye ediyoruz anlamına gelmez. Sadece bakın bu İngilizce’de şu şekilde, Almanca’da, Fransızca’da şu şekilde karşılanmaktadır diye, dünyadaki gelişmelerden de hem bizim haberdar olduğumuzu hem de öğrencimizin de bundan bilgi sahibi olmasını sağlamaya yöneliktir bu tür aktarımlar. Fakat bazı arkadaşlarımız bunları da yanlış algılayıp, Türkçesi varken kısmını tercih etmek yerine bizim başka bir dilde verdiğimiz şeklini kullanmayı tercih etmeye yönelebiliyor. Ortaöğretim kurumlarında dil konusunda belli dönemlerde yapılan bilinçlendirme çalışmaları, daha sonraki dönemlerde zaman zaman kesintiye uğratıldı, günümüzde tekrar başlatıldı. Ama kesinlikle yapılması gereken şu; özellikle ilk ve orta öğretim kurumlarında kesin bir dil bilinçlendirmesine gitmek gerekiyor. Dili sadece sözcük olarak düşündüğümüzde çok yere varmak da mümkün değil. Yani dilin en etkin biçimde kullanıldığı alan metin dilidir, edebi dildir. Yani yazı diliyle sözlü dil arasındaki, konuşma dili arasındaki temel farkları anlatmama kesinlikle gerek olmadığını biliyorum ama yazı dilinin en temel özellikleri edebi dil olası, alfabeye dayanması, devlet dili, resmi dil olma özellikleridir. Yani yazı dilinin bu özelliklerinin yanında  kurallı dil vs. gibi özelliklerini de saymak mümkündür. Şimdi dili yazı dili olarak ne kadar etkin kullanabiliyoruz? Günümüzde yazıyı etkin olarak kullanabilmek için öncelikle etkin bir okuma yapmak gerekiyor. Maalesef Türkiye’de dilin doğru kullanılmaması yani Türkçenin doğru kullanılmaması ve yabancı sözcük hayranlığı da burada; yani insanlar bilgisizliğini bastırmak amacıyla da, yeterince okumamış, yeterli bilgi donanımına sahip değil ama araya birkaç yabancı dilde sözcük sıkıştırmak suretiyle de kendisini çok okumuş çok bilen biri gibi göstermeye çalışma da; maalesef bizim toplumumuzda mevcut. Şimdi en çok satan gazeteden en çok okunan romana kadar bir araştırma yapıldığında, yani Türkiye’nin genç nüfusu, yani okuma yazma bilen nüfus - bugün aşağı yukarı 72 milyonluk bir nüfusumuz var 72 milyonun 25 milyonu genç dinamik bir nüfus olarak kabul ediliyor. Bunu yuvarlayacak olursanız yirmi milyonluk bir kesim - günlük gazeteleri ve yeni basılmış olan romanları, şiir kitapları ve benzeri okuyabilecek onları takip edebilecek düzeyde. Ama biz hiçbir gazetenin veyahut da toplam Türkiye’de basılan gazetelerin toplamının iki, iki buçuk milyondan fazla satmadığını, en çok satan bir romanın da yaklaşık olarak 600 bin civarında sattığını biliyoruz. Aynı karşılaştırmayı bir de şöyle yapalım; en çok dinlenen sidi (cd) ya da kaset yani sözle ilgili, konuşmayla ilgili olarak karşılaştırdığımızda bu rakam 3-5 milyona çıkıyor. Aynı konuyu televizyon izleme saati olarak karşılaştırdığımızda bu rakam 10 milyon 20 milyon civarında bir rakama karşılık geliyor. Öyleyse kültürümüzde yeni bir katman oluşmaya başlıyor. Yani Türk kültürü özü itibariyle sözeldir. Sözlü kültür bizde ağırlıklıdır. Yazılı kültür daha az etkindir. Ama günümüzde sözlü görsellik dediğimiz yeni bir aşamaya geçtik yani televizyonla birlikte, bilgisayarla birlikte, cep telefonlarıyla birlikte oluşmaya başlayan sözlü görsellik; yani hem söz hem görüntü, eş zamanlı olarak bunları kullanmak ki, bu nedenle de bizde çizgi romanların ve ya benzeri dergilerin veyahut da küçük kitapların çok daha fazla satmasının sebeplerinden biri de kültür tabanı itibariyle bizim sözlü görselliğe daha yatkın olmamızdır. Şimdi çok fazla okumayan bir toplum olunca haliyle yazıda da kendisini yeterince etkin bir şekilde ifade edemiyor. Dolayısıyla dilde kırılma dediğimiz, dilde sözcük azlığı dediğimiz, yeni sözcükleri edinme dediğimiz aşamaya gençlerimizin büyük bir kısmı geçemiyor.  Yani sorun dili etkin bir şekilde kullanamama, dilden yeterince sözcük edinememe ise çözüm yeterince okuma ve okuduklarını çevresindekilerle sadece sözlü olarak değil aynı zamanda yazılı olarak da paylaşmakla mümkündür. Ancak bu konuda; işte bazı okullarımızda okuma saatleri, okuma günleri vb. gibi etkinlikler yapılmaya başlandı. Üniversitemizde de biliyorsunuz şu anda kitap günleri düzenleniyor. Kitap fuarları düzenleniyor. Yani bunların her birisi ayrı ayrı etkinlik ve bu temel az okuma sorununa ve dili etkin bir şekilde kullanamamaya karşı alınabilecek bir takım önlemler. Ama ilköğretimden itibaren izlemekten çok okumayı tercih eden bir kuşak yetiştirmeye çalışmak lazım. Yani bu önemli bir çözüm noktası olacaktır. Eğer bunu başarabilirsek dili daha etkin, çünkü yazarlık ve yazma eylemi kesinlikle size dilde yeni sözcük aramayı gerekli kılacak bir eylem haline getiriyor. Ve bunu meydana getirdiği zaman siz “Aa, bir önceki paragrafta bu kelimeyi çok kullandım. Bu cümlem de aynı şekilde bitiyor farklı bir cümle kurayım, farklı bir ifade tarzı oluşturayım” demeye başladığınız zaman dili daha etkin daha hakim bir şekilde kullanma becerisi, yeteneği oluşmaya başlıyor ve insan dili ile düşünüyor tabi ki. Düşüncenizi kelimelerle ne kadar ifade edebildiğinizi, sözcüklerle ne kadar anlatabildiğinizi ya da anlatamadığınızı görüyorsunuz. İşte bunu kırabilmenin en etkin yollarından birisi yeterince okutmak ve yeterince yazdırmaktan geçiyor. Bunlar yapılmadığı sürece Türkçenin doğru ve etkin bir şekilde kullanılmasından söz etmek; yani sadece dilek ve temennilerden öteye geçmeyecek ifadelerdir.

  • Ticari alandaki kaygılarımızı ve kullanımlarımızı sorunlarımızı geçen hafta paylaşmıştık kısaca. Yani iş yeri adları maalesef çok önemli bir sorun. Şimdi siz, bütün bu etkinlikleri topyekun olarak uygularsanız sonuca ulaşabilirsiniz. Aile içinde çocuğunuza ne kadar belli bir şeyleri ahlak, terbiye kurallarını öğretin ama dış dünyada, sokakta, öyle bir yaşam biçimi yoksa çocuğunuz size tamam diyecektir; ama sokakta da herkesin yaptığını yapmaktan kendini alıkoyamayacaktır. O halde sadece eğitim kurumlarında ve aile içerisinde dil bilinci oluşturmakla iş bitmiyor. Gerçekten ticari gruplarımızın da çok ciddi bir bilinç ve duyarlılık içerisinde hareket etmelerini sağlamak gerekiyor. Bunu cezalandırmak yöntemiyle elde etmeyi düşünenler olduğu gibi ödüllendirmek yöntemiyle elde etmeyi düşünenler de var. Ben ödüllendirmek yöntemiyle elde etmeyi düşünenlerden biriyim. Yani meclislerimizde maalesef şöyle bir şey yapılmamış zamanında. Gerek TBMM, gerekse il genel meclislerinde alınan kararlarda. Şimdi şöyle bir şeyden bahsetmek istiyorum. Muaili idareler yapıltılar; yani sayı numarasını bilmiyorum ama Türk Dil Kurumu sayfasına bakacak olursak, yerel yönetimlerle ilgili yasanın uygulamalarından bir tanesi, dükkan, iş yeri, ticarethane vs. gibi -saymaya devam ediyor- adlarının Türkçe olması gereklidir. Türkçe; yani bir dükkan tabelasının, dükkan adının, iş yeri adının gösterilmesiyle ilgili bir tabelanın büyüklüğü ve o büyüklüğü aşan durumlarda uygulanacak vergi ve benzeri uygulamalar da bunun içerisinde açıklanıyor. Ve bir sonraki bentlerden birisinde deniliyor ki, yabancı bir dilde veyahut da ikinci bir ad kullanan iş yerleriyle ilgili ve bunları, işyerlerinin üzerine asan veya bir yerine asan kuruluşlarla ilgili şu şu uygulamalar yapılır. Yani “5 katına kadar yüksek para öder” gibi bir takım uygulamalar var; tabi ki bu son derece önemli ama siz bunu oy kaygısıyla veyahut da başka nedenlerle uygulamıyorsanız; belediye meclisi olarak, belediye başkanı olarak, belediye zabıtası olarak görevinizi yapmıyorsunuz. Yani bu şuna benzer tıpkı; sokakta birisi hırsızlık yapıyor o mekanda bulunan polisin de ona müdahale etmemesi gibi bir durumdur. Yani böyle bir durumu da bizim hoş karşılamamız gibi bir durum asla söz konusu olamaz. Yani siz bu tabelayı görürken neden bunu vergilendirmiyorsunuz? “Ya işte adam asmış oraya ben ne diyim şimdi indirteyim mi?” Hayır indirtme. Yani git, kanunen de ki; senin buna hakkın var ama kardeşim Türkçe ad için ödemen gereken rakam bu, yabancı bir ad kullanıyorsan senin beş katı fazla rakam ödemen gerekiyor. Ödedin mi bu rakamı “hayır” ödemedin; “peki o zaman bunu öde.” Yani önce ödemeye davet et. Bunu yapmıyorsa cezlandırma işlemini ancak ondan sonra uygula. Ama bir tarafta belediyelerimizin yerel yönetimlerimizin bunu yapmaya hakkı varken bir taraftan da - nihayetinde bu vatandaşa hizmettir. Yerel yönetimlerin en temel kuruluş amacı yereldeki düzeni sağlamaya yöneliktir. Yani alt yapı anlamında hizmet anlamında düzenleme yapmaktır. - Türkçe iş yeri adları yarışması düzenleyebilir yerel yönetimler. Yani böylesi bir yaklaşımla veyahut da Türkçe yer adlarının yaygın olarak kullanımını sağlamaya yönelik yarışmalar düzenleyebilir. Bunların daha farklı şekillerde yazılışlarıyla ilgili sanatçıları teşvik edecek uygulamalar ortaya koyabilir. Böylece bu bir özendirmedir, bu bir teşviktir ve benimsetmedir ve aynı zamanda bir bilinç oluşturmadır. Ancak Türk kültürünün unuttuğumuz bir başka özelliğini daha sizinle paylaşayım. Yani bazı noktalarda mesele sadece dille bitmiyor, kültür tabanımızdan kaynaklanan meseleler de var. Şimdi bizde bir bina yapmaya kalktığınızda bütçeleme şöyle yapılıyor. Bu binanın yapımı için ne kadar para gerekir; diyelim ki 100 bin ytl gerekiyor. 100 bin ytl’lik kaynak kırılıyor, sarılıyor, veriliyor, bir şekilde temin ediliyor, sağlanıyor. Bina bitiyor; ama hiçbir şey sadece yapılana kadar ki süreyle ilgili bütçelemeyle sınırlı değil. Ondan sonra korumaya yönelik olarak neler yapacağınız da çok önemli. Yani bir binanın belli zaman dilimleri içerisinde korunması gerekiyor. Bu nedenledir ki kamu binaları dediğimiz okullarımız, sağlık ocaklarımız, ne bileyim benzeri bütün binaların hep böyle dökülmek üzere olduğunu görürüz. Halbuki yapılması gereken yüzde yüzlük bir bütçelendirmedir. Yapım aşaması için şu kadar bütçe ayırdınız, en az bir o kadar da sonraki aşama için bu kaynağı nereden temin edeceğinizi kesinlikle belirleyerek gitmek zorundasınız. Yani bazı ülkelere baktığınız zaman binaların bu kadar temiz olması, bu kadar düzenli, bakımlı olmasının temel nedeni binanın yapım aşamasından sonra yani kullanım aşamasında da ciddi bir bütçelendirmenin yapılmış olmasındadır. Şimdi konuyu dile getireceğim. Dilde belli bir bilinci oluşturdunuz ama bunu sürekli kılmanız lazım sürekli kılmak için de çok ciddi önlemler almanız lazım. Yani aynı teşvikleri gerek yazarlarınıza, gerek sunucularınıza, gerek iletişim araçlarında, gerek yerel yönetimlerde, gerek eğitim kurumlarında sürekli kılacak olguları mutlaka yerleştirmeniz, yönetmelikleri mutlaka oluşturmanız gerekmektedir. Yani “biz bunu bi defa yaptık, bundan sonra bu bir daha yıkılmaz asla.” Böyle bir şey olamaz. Yani Atatürk’ün Gençliğe Hitabındaki sözleri bu noktada tekrar hatırlatmak isterim. “İlelebet payidar kalacaktır.” sözünün öncesini hatırlayın. Yani siz sahip çıkarsanız Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşamaya, yaşama şansına sahip olacaktır, demesinin anlamı bu. Yani sürekli olarak gençler gelecek, ama her genç kuşak Cumhuriyet ideallerine, Cumhuriyet kazanımlarına sahip çıkarsa Türkiye Cumhuriyeti ayakta kalabilir. Bu bir öngörüdür, bu bir bilinçtir, bu bir devlet bilgeliğidir. Peki  biraz önce de konuştuğumuz, geçen hafta da belli bir kısmını aktarmaya çalıştığımız, dilde bilinç oluşturmayı sürekli kılmak için neler yapmalıyızı da mutlaka tartışmamız gerekiyor. Şu andaki sorunu halletmek sorunun bir parçası. Ciddi bir sorunla karşı karşıyayız; bundan sonra da bunu sürekli kılmak için, halletmek için, aynı önlemleri almaya devam etmek, bir kısmını, yani yerel yönetimlerde duyarlılığı oluşturmaya devam etmek, eğitim kurumlarında duyarlılığı, iletişim organlarında duyarlılığı, sürekli olarak güncellemek gerekiyor.
  •  Şimdi isterseniz bu noktada birazcık ticari kuruluşların çalışmalarından bahsedelim. Ticari kuruluşların kendilerinden mal satma ve mal alma; yani ham maddeyi alıp bunu kullanılabilir ürün haline dönüştürme; yani, herhangi ticari ve sanayi kuruluşunun temel amacı bu. Pek çok sanayicimiz ve kendilerini sanayicilerimizin mallarını alıp satmakla iş yaşamında gören kuruluşların, ticari olarak adlandırdığımız gruplarına baktığımızda dil konusunda yeterince duyarlı hareket etmediklerini görüyoruz. Neden bizim sanayicimiz neden bizim ticari gruplarımız dil konusunda yeterince bilinçli hareket etmezler? Yani bu soruyu sorduktan sonra gerçekten sanayicilerle görüşmek lazım. Ben kimseyi doğrudan doğruya bire bir anlamda suçlamak istemiyorum ama. Geçen haftayı hatırlayacak olursanız tekstil sanayinden birkaç örnek üzerinde durmuştuk, saat firması örneği çok tipik bir örnekti; ama diğer taraftan et ve süt ürünleri üreten bazı grupların da bu konudaki duyarlılığını da dile getirmiştik. Şimdi sanayi ve ticaret grupları içerisinde genel olarak, ticari bir malı ham maddeden alıp kullanılabilir hale dönüştürüp bunu pazarda satmaya kadar olan her aşamada, mutlaka pek çok teknik unsur kullanılıyor. Bunların adlarıyla ilgili sorunlarımız var; ama asıl önemli olan Türkiye’de üretilen ürünlerin pazara girdiğindeki adlarının ne olduğu meselesi. Neden bizim tüccarımız kendi ürettiği mala da Türkçe ad koymaktan kaçınıyorlar. Şimdi tabi ticarette malın satışından elde edilecek geliri sağlayan en temel unsurlardan biri olarak reklam görülüyor. Halbuki şu gerçek asla göz ardı edilmemeli. Yani ben bir tüketiciyim, asla üretici değilim, ama şunu kesinlikle gözlemleyebiliyoruz ki; kalite her zaman reklamın da önünde, ismin de önünde, başka özelliklerin de önünde. Kalite dediğimiz şeyi ne belirler? Kalite dediğimiz şeyi, bir malın dayanıklılığı, bir malın kullanılırlığı, bir malın içeriği belirler. Yani siz malı kullanılabilir hale getirmişseniz, bir ürünü dayanıklı hale, yani ömrünü mümkün olduğunca uzun kılabilecek ve içerik olarak da hem görüntüde hem tatta hem beslemede veyahut da günlük kullanımda, yani bu dayanıklı tüketim ürünü de olabilir, günlük tüketim ürünü de olabilir, kaliteyi bu noktalarda aramak zorundasın. Diyelim ki siz süt üretiyorsunuz, günlük süt. Adam 3 günde tüketilebilen süt üretirken siz bir günde, bir kaç saat içinde bozulan bir süt üretirseniz, sizin onunda rekabet etmeniz mümkün değil. Sizin sütünüzün adı ne olursa olsun; çünkü siz kaliteden bir defa taviz veriyorsunuz veyahut da başkalarının yakaladığı kaliteyi yakalayamıyorsunuz. Siz bir gömlek üretiyorsunuz, iki gün içinde yırtılacak özelliklerdeyse, iki yıkamada rengini kaybeden özellikteyse ve ütü konusunda sorunlar çıkartıyorsa, böyle bir gömleği daha uzun sürede yıpranan bir gömleğe hiç kimse tercih etmeyecektir; diğerini tercih edecektir, siz ismine ne koyarsanız koyun. Sanayicimizin ve tüccarımızın, ticari alanda bugün iş yapan her kesimin, bu bilinçle hareket etmesi gerekmektedir. Reklam ise bunların sadece süsü, yani sizin dışarıya bunu yansıtma, vurma biçiminiz. Gerçekten kaliteli ürün ürettiğinizde, Türkçe ad koyduğunuzda, hiç kimse “ya bu Türkçe ad taşıyan bir ürün ben bunu almam” der mi, demez. Yani böyle bir şey demesi için bir neden yok. Yani Türkçe ad taşımasından dolayı, Türkiye’de üretilmiş ürünleri tercih etmeyecek bir insanda bu kesinlikle çok özel nedenlere dayanır ki; bu milyarda bir filan çıkar. Yani bugün Rusya’da Türkiye’de üretilen ürünler tüketiliyor, bugün Türk Dünyası’nda, bugün Afrika’da, bugün Avrupa’da, bugün Amerika’da Türkiye’de üretilen ürünler tüketiliyor, dayanıklı tüketim mallarından tutun da gıda maddelerine kadar pek çok şey Türkiye’de üretilip tüketiliyor. Benim asıl söylemek istediğim sanayicimizin ve tüccarımızın bu konuda çok ciddi bir bilince sahip olması, yani sadece isminden dolayı ürünlerin satmasının mümkün olmadığı. Kaliteli, rekabetçi ürünler her zaman, her yerde hangi adla sunarsanız sunun tüketilir. Mutlaka isim önemli, koyduğunuz ad önemli. Türkçede güzel ad yarışması düzenleyin o zaman; yani bir ürün ortaya koyduğunuzda, piyasada “bu ürüne ne ad koyalım” diye veyahut da “çalışanlarınız arasında”. Yani “yeni bir ürün üretiyoruz, buna bir ad bulalım arkadaşlar” deyin bakalım insanlar ne teklifler getirecek. Nasıl bebeğinize, çocuğunuz doğduğunda diyorsunuz; ya kendiniz karar veriyorsunuz;  benim çocuğum işte Avrupalı gibi algılansın ben buna işte Avrupa’dan John, Johnny gibi ad bulayım kaygısı içerisinde olmuyorsunuz, değil mi. E neden çocuğunuza böyle bir ad bulmaya çalışmazken kendi dünyanızdan, kendi kültürünüzden, kendi aile bireylerinizden birinin adını veyahut da Türkçede sevilen bir ad olması için çevrenizle bir istişarede, bir görüşmede bulunarak bir ad vermeyi tercih ederken; yine sizin yarattığınız, sizin ürettiğiniz bir ürüne başka bir ad bulma ihtiyacı içersinde oluyorsunuz. Bu, dikkat edin, bizim insanımızın kendi kendisiyle çelişimidir. Yani kendi kendisiyle çelişkiye düşmek gibi bir durum içerisinde hiç kimse olmak istemez. Ama böylesine bir olgu, yine ağırlıklı olarak iletişim araçları tarafından, bu insanlar üzerine yüklenmeye çalışıldığı için sonuç bu şekilde ortaya çıkıyor. Yoksa Denizli’deki, Gaziantep’teki, Çorum’daki, Kayseri’deki, Konya’daki, Manisa’daki adamın böyle bir olayla ilgisi, söz konusu olmaz. Yani birileri güya danışmanlık yapıyor. Ya işte “biz bunu Almanya’ya satacağız, Almanya’ya satabilmek için işte İngilizce”; ya da “İngilizce bir ad koyarsak daha iyi olur” gibilerinden bazı sözlerde bulunuyor ve bunun neticesinde insanları bu şekilde ikna ediyor. Bir iki üründe onlar başarılı olunca da… Türkiye’de ve Türk Kültüründe özel bir durum da şu, yani her konuda kültüre oranladığımızda ki, üretici kültür ilişkisi her zaman çok açıktır ve çok önemlidir. Bizim kültürümüzde insanlar, günümüzde ARGE denilen, yani araştırma geliştirme kapsamı konusunda, bir şeyler oluşturmayı tercih etmek yerine, “birileri yapsın, ben göreyim, kopya edeyim.” bunu tercih etmektedir. Bu ülkenin en tipik örneği şudur; yani gidersiniz, bir köyde herkes buğday ekmektedir. Gidersiniz ya burada arazi müsait, toprak müsait, ben burada - diyelim ki - portakal ağacı dikeyim. Herkes gelir size itiraz eder, der ki; “ya burada portakal mı olur.” Ve ya siz ceviz ağacı diktiniz; “ya burada ceviz mi yetişir.” Herkes size bunu söyler. Ama siz portakal ve ceviz ağacını dikip onlardan meyve almaya ve aradan geçe 4-5 sene sonunda 20-30 ton meyveyi kamyonlara yükleyip pazara göndermeye başladığınızda “aaa, tüh tüh” demeye başlanır ve ertesi sene ekin eken hiç kimse yoktur. Herkes tarlasında ya ceviz ağacı ya da portakal ağacı yetiştirmiştir. Şimdi tarım elinde de aynı şey var, ticari gruplarda da aynı şey var. Yani birbirinden etkilenerek, görerek onu pat, taklit etme eylemi. Tabi bu insanlığın çok eskiden beri yaptığı eylemlerden birisidir ama bizde Türk Kültüründe çok daha etkili bir şekilde gelişmiştir. Araştırıp geliştirip bir sonuca bağlayarak, “bizim burada şunu yapmamız daha doğru olur.” şeklinde bir takım belirlemelere gitmek yerine, “bak Mehmet yaptı, sonuç iyi, ben de yapayım.” E sonra bakarsınız herkes portakal ve ceviz ekince, cevizin ve portakalın fiyatı birden bire düşer. “Ya biz yaptık yine ortalık tufan oldu” şeklinde söylemler başlar. Şimdi sanayi ve ticari kesimdekilerin durum da, yani farkında olmayarak dereye o kadar çok pislik akıttılar ki dere kirlendi, “ya biz yapınca sanki derenin suyu taştı” veyahut da “birden bire herkes portakal ağacı dikti herkes ceviz ağacı dikti” gibi hayıflanmalar. Mesele o değil. Mesele siz gerçekten kaliteli ürün üretmediğiniz sürece sonuç alamayacağınız ve farkında olmadan dilimizi de ticari gelirinizi arttırmaya yönelik bir çaba içerisindeyken kirletmiş olmanız. Bu bilinci mutlaka ticaret ve sanayi odalarıyla oturup konuşmak lazım. Yani bizim eski ahilik geleneğimize bakıldığı zaman, ticaret ve sanayi odalarımız bunların devamı niteliğindedir, ciddi bir düzenleme ve kontrol mekanizması vardır. Yani kim neye göre ad verecek, nasıl davranacak, ne kadar müşteriyi alacak vs. vs. şimdi bir doyumsuzluk noktasında, bir tatminsizlik noktasında olunduğu gibi rekabetin kurallarında da acımasızlık; yani kapitalist sistemin getirmiş olduğu o katı kuralları, sonuna kadar uygulayıp karşısındakileri yok etme, ama bu arada da yani “ticari gelirimiz şu kadar olsun, yıllık gelirimiz bu kadar olsun da ne olursa olsun. Aman canım dilmiş ya git edebiyatçılar uğraşsın bana ne.” Ama bu sizin belki bir sene için bana ne diyebileceğiniz bir şey iken 3-4 sene sonra baktığınızda herkes sizin gibi davranmaya başlarsa derenin ne hal aldığını artık derede yüzmenin de, balık tutmanın da imkansız olduğunu gördüğünüz anda iş işten geçmiş olacaktır. Bu nedenle ticaret ve sanayi odalarımızla mutlaka görüşmek ve onların da bu tür etkinliklere, bilinç oluşturma süreçlerine, kendi alanlarında katılmalarını sağlamak son derece önemli. Gerekirse sanayicilerine, esnaflarına, odaya kayıtlı olan üyelerine belli periyotlarda, belli dönemlerde konferanslar vermek, yani “dil nasıl kullanılır? iş yeri adı nasıl verilir? nelere dikkat edilmelidir?” gibi konunun uzmanı olan kişileri bilinçlendirme toplantılarına davet etmek ve bu katılımları sağlamak da onların görevleri olmak zorunda ki, görevleridir de zaten ki, sistem içerisinde bu da mevcut.
  • Bir diğer konu iletişim araçlarında kullanılan dili en yoğun olarak kullanan kişiler olan özellikle haber sunucularının, spikerlerin kullandığı dil. Yani spiker kelimesi artık dilimize yerleşmiş durumda kullanabiliriz, kullanılıyor da nitekim ama, işte bu, o kelimeyi ne zaman edindiğimize bağlı bir şey. Siz o kelimeyi ilk defa edindiğinizde spiker olarak dağarcığınıza yerleşmişse, sunucu kelimesini yerleştirmek ancak bilinçli bir gayretin bilinçli bir çabanın sonucunda mümkün. Yani dikkatli bir cümle kurmadığımız zaman hepimiz kelime dağarcığında yerleşmiş olan ilk kelime ilk akla gelen, hemen kullanıma çıkıyor. Yani bunu bir röportaj, bir konuşma sırasında değilde, normal konuşma sırasında belki ben de aynı şekilde sunucu yerine spiker diyebiliyorum. Zaman içerisinde eğer bunları kullanarak, eğer uzunca bir süre ısrar ederseniz içselleştirebiliyoruz. Aksi takdirde yani belli ortamlarda sunucu kelimesini kullanıp, daha sonra spiker kelimesini kullanmayı yine öncelikli hale getirebiliyorsunuz. Ama ben kendi şahsımla söyleyecek olursam sunucu kelimesini içselleştirmiş durumdayım. Yani spiker kelimesi benim dağarcığımda ikincil duruma düşmüş durumda. Ama bu bireyin gerçekten çaba sarf etmesi, gayret göstermesi gereken, yani bilinç oluşturma sürecini birey olarak hissettiğiniz anda belli bir mücadeleyi ortaya koymak zorundasın. Yani adeta sigarayı bırakmaya çalışmak için mücadele etmek gibi yani bilinçli olarak hayır ben bunu istemiyorum demeniz gibi bir şey.
Sunucularımızın da öncelikle Türkçeyi güzel konuşabilme eğitiminden; yani telaffuzda, söyleyişte, sunuşta, nasıl bir Türkçe cümle yapısına, nasıl bir vurguya, her kelimeye özellikle Arapça ve Farsça’dan dilimize girmiş olan sözcüklerde bulunan uzunluk ve incelik durumlarına nasıl dikkat etmeleri konusunda ciddi bir eğitimden geçtikten sonra o televizyon karesi içerisinde yer almalarına izin vermek. TRT bunu yapıyor yani, TRT yıllardan beri ciddi bir eğitim kurumu olma özelliğini kendi alanında, kendi yayın alanı içerisinde, bunu çok ciddi bir şekilde götürüyor ve kaliteden asla taviz vermeyen o tarzıyla, bu güne kadar  sunucularının çok küçük hatalar yaptıklarını görüyoruz. Ama diğer televizyon kuruluşlarında böyle değil. Diğer televizyon kuruluşları maalesef rekabeti yarışmayı, yani “ancherman” dedikleri sunucularda, ana sunucu, erkek ana sunucu ve yahut da kadın ana sunucularını kullanırken “ancherwoman-ancherman” olarak kullandıkları - terminoloji içerisinde söylüyorum bunu tırnak içinde, - ya Türkiye güzeli olmak, ya çok tanınan birisi olmak ya da uzun süre gazetecilik vs. yapmış olarak belli bir güvenilirlik tesis etmiş olmak gibi özelliklerde arıyorlar. Yani günümüzde 3-4 gündür; yine bir örnek vereceğim, şahsını da kesinlikle severim. Dil ve yayın konusunda da kendisini her zaman izlediğim kişilerden birisi, haberci olarak Uğur Dündar. Star televizyonuna bakıyorsunuz son bir haftadır; e işte, “Star Haber Uğur Dündar’la.” Şimdi Uğur Dündar mükemmel bir gazeteci, çok iyi bir araştırmacı. Türkiye’de olumsuz iş yapan kişileri bulup, çıkartıp gösteren, bunları eleştiren ve toplum düzenini sarsan kişilere karşı ciddi bir mücadele veren bir insan. Ama haber sunuculuğu Uğur Dündar’ın asıl işi midir, değil midir bu tartışılır. Çünkü Uğur Dündar haber sunuculuğunda belli bir noktaya kadar evet; ama ondan sonra hayır. Mehmet Ali Birand, bence Türkçeyi doğru düzgün telaffuz edemeyen biri, pek çok hata yapan biri, sürekli sürekli haber sunmaması gereken bir kişi. Yani her iki sözcüğünün arasında ee, ee, ee deyip duran ve sıkıştığı noktada yabancı sözcükler kullanma eylemini gösteren birisi haber sunuculuğu asla yapamaz yapmamalı da. Diğer tarafta Ali Kırca, yıllardan beri haber sunuculuğu yapıyor ama diksiyon noktasında Ali Kırca’nın da çok ciddi hatalar yaptığı ortada. Yine bakıyorsunuz öbür tarafta yeni başlayan Mehmet Barlas aynı şekilde, diksiyon eğitiminden ciddi bir şekilde geçmemiş olan bir kişi. Saydığımız bu kişilerin hepsi de gazetecilik konusunda, haber alma, haber yorumlama, farklı ilişkileri dolayısıyla pek çok kimsenin bilmediği şeyleri öğrenip kamuoyuyla bunları paylaşma noktasında çok başarılı insanlar; ama haber sunmak çok farklı bir şey. Şimdi hangi kanala bakarsanız bakın; “bu kişileri hangi özelliklerinden dolayı haber sunucusu olarak tercih etmişlerdir.” Bu soruyu sorduğumuzda hiçbirisi mükemmel haber sunar diyemez. Yani bunu söyleyebilecek bir tek kanal yok içlerinde ama TRT’ye baktığınızda her kim olursa olsun haber sunan habercilikten; haber yapmak ayrı bir şey haber sunmak farklı bir şey, bu söylediğimiz kişiler haber yapma konusunda uzman usta kişiler ama haber yapmak farklı bir şey haber sunmak tamamen farklı bir şey. Bu bilinçle hareket etmeli. E bunda önce de n’apılıyordu, işte fiziği bakımından daha düzgün olan, televizyon ekranında daha göze hoş görünen bayanlar vardı. Onlarda da aynı sorun. Yani fizik dışında herhangi bir çekiciliği var mı? Şimdi televizyonculuğun tabi ki kendisine özgü ilkeleri ve kaidesi vardır. Pazarlama tekniği ne bileyim, yani nihayetinde en çok seyredilme anlamına gelen reytingle ilgili kaygılardan hareket eden tutum ve davranışları vardır. Ama diğer taraftan hangisinin yeterli dil bilinci oluşturduğu ve dil bilinciyle hareket ettiğini söylemek mümkün. Nihayetinde siz Türk insanına her akşam haber sunuyorsunuz ve her akşam herkesin evine konuk oluyorsunuz. Ama Türkçeyi doğru ve güzel bir biçimde paylaşmıyorsunuz. O halde burada ciddi bir sorunla karşı karşıyayız. Düzeltilmesi gereken unsurlardan birisi de kesinlikle bu. Yani haber sunumlarının doğru bir şekilde olmasını sağlamak. Yine, dil bilinci oluşturmaya yönelik belli çalışmalar mutlaka yapılmalı. Eski Türk filmlerini seyretmeyi sever misiniz bilmiyorum. Türk filmlerinde köydeki adam da, şehirdeki kadın da, Türkçe Türkçesiyle, İstanbul Türkçesiyle konuşurlar. Nadiren böyle yerel ağızlar, ama konuşmalarda orası tabi dublaj dedikleri, sonradan seslendirme, yani görüntüye sonradan eklenen bir sesten bahsediyoruz ki; genellikle diksiyon eğitimi almış ve metinleri ciddi bir tiyatro eğitimiyle birleştirerek görüntüye uygun olarak seslendiren sanatçılar tarafından o ses eklemesi yapıldığı için böylesine güzel Türkçe ortaya çıkıyor. Ama günümüzde yapılan, şimdi bütün bunlarda tekrar aynı noktaya geleceğim kalite meselesi çok önemli. Yani kaliteli yapmak istediğiniz zaman belli bir para harcamak zorundasınız. Ya ben dilden ödün vereyim, ben işte buranın organizasyonundan ödün vereyim, ben işte arka plan görüntüsünden ödün vereyim ve mümkün olduğunca ucuz bir yapım ortaya koyayım derseniz, her şey ucuza mal olacaktır ama neticede ortaya çıkan ürünün kalitesi de yetersiz olacaktır.
  • Şimdi yıllardır Türk insanına yutturulan şeylerden birisi de, hep gümrük duvarların yükseltilmesi sonucunda, kalitesiz şeylerin pahalıya satılmasıdır. Yani yıllarca maalesef Türk sanayicisi veyahut da araba üreticileri Türk insanına, herhangi bir gurubu hedef olarak veyahut da eleştirmek anlamında söylemiyorum, aslında günümüzde 3-4 bin ytl değerinde olan küçücük arabaları, 1970’li yılları 1980’li yılların başlarını hatırlayın, 20 bin ytl değerindeki arabayla aynı fiyata satmışlardır. O kalitesizliği maalesef çok yüksek fiyatlara Türk insanına yedirmişlerdir. Şimdi televizyonlarda gördüğümüz durum bu. Ucuz yapımlar ucuz üretimler insanlara hiçbir değer katmadığı gibi sahip olunan kültürü de kesinlikle yıpratıyor. Onu çok kolay bir şekilde tüketebileceği bir olgu gibi görüyor. Tıpkı yıllarca Türk insanının cebindeki parayı bir şekilde almayı başaran çeşitli sanayi grupları gibi. Yani gerçek kaliteyi sunmadan, insanların ihtiyacı, yani “insanların nasıl olsa televizyon seyretmeye ihtiyacı var, seyredecek kardeşim, bu millet ne versem yer.” bu anlayışla yaklaşıldığı sürece, bu anlayışa sahip olan grupların yapımcılarının dile saygı göstermeleri gibi bir olgudan bahsetmek maalesef mümkün değil. O zaman RTÜK gibi kuruluşların daha etkin bir şekilde bu tür yapımları denetlemesi ve gerekli uyarıları da yapması son derece yerinde ve gerekli bence. Dolayısıyla eğer kişi  kendi sorumluluğunu yerine getirmiyorsa mutlaka onu uyaracak bir oluşum, bir üst yönetim oluşumu mevcut veyahut da biz oluşturmak zorundayız. Dilde de bu duyarlılığı eğer iletişim araçları kendileri göstermiyorlarsa, dili sürekli olarak yıpratan, çarpık çurpuk bir şekilde çok ucuza kullanma eğilimindelerse, buna da kesinlikle izin verilmemeli. Bu dil sadece birimizin değil hepimizin dili ve hepimiz bunu doğru bir şekilde kullandığımız zaman daha uzun süreli yaşama ve yaşatma şansımız olacak. Bu bence tıpkı çevreye doğaya gösterilen duyarlılık gibi, yani “bu çevre benim istediğim gibi kullanırım, ben balık çiftliklerini getirip buraya kurarım, ben getirir işte denize teknemdeki bütün sinsineyi pisliği boşaltırım, ben işte gemimdeki bütün çöpleri denize atarım nasıl olsa kimse bir şey diyemez”, hayır, bu eskidendi. Artık hiç kimse böylesi tavırlara duyarsız kalamaz. Siz eğer parkı kirletiyorsanız parkta yürüyüş yapan, koşu yapan insanlar mutlaka size, hanımefendi/ beyefendi niye o çöpü çöp kutusuna atmıyorsunuz şeklinde bir uyarıda bulunacaktır, bulunmaya da hakkı vardır. “Sana ne ben istediğimi yaparım” diyemezsiniz, derseniz sizin de belli kanun maddeleriyle cezalandırılmanız gerekiyorsa bu yapılmak zorunda. Çevreye gösterdiğimiz böylesi yani bize doğuştan sunulmuş olan doğal bir olguya karşı böylesi bir saygı göstermek zorundaysak, aynı özelliklere sahip olan dile de benzer bir saygıyı benzer bir duyarlılığı mutlaka göstermemiz gerekli.
  • Şimdi biliyorsunuz kısaltmalarla ilgili, yine İngilizce’nin etkisiyle, yani Amerikan kültüründe bunların var olduğundan sanırım geçen hafta bahsetmiştik; çünkü konuşma dilinde özellikle dilde tasarruf veya uzun adları söylemek yerine kısaltma adı altında bu bir kültür. Bizim kültürümüzde kısaltma eğilimi yok. Yani Türkçenin kısaltma yapma eğilimi yok. Geçen hafta hatırlayacak olursanız sadece kelimelerin değil zaman içerisinde deyimlerin girdiğini ve daha sonra dil bilgisi yani grammer dediğimiz alanda da başka dillerden ödünçlemenin etkin hale gelmeye başladığından da bahsetmiştik. Yani duş kelimesini alırsanız duş almak kelimesine bir şekilde yani İngilizce’deki “take a shower” kelimesini olduğu gibi Türkçeye çevirerek kullanmaya başlıyorsunuz gibi. Şimdi alıntılama içerisinde gelen bir başka, ödünç alma konusunda gelen bir başka yapı da bahsettiğimiz bu kısaltmalar meselesi. Özellikle kısaltmalar içerisinde “and”, ve ifadesinin işareti olarak kullanılan sembol de “&” çok yoğun olarak bizde kullanılan temel sorunlardan birisi. Maalesef Türkçede bunun tam olarak karşılığı yok. Ama genellikle bizde “ve” bağlacı onun karşılığıdır. Ali ve oğulları, Ahmet ve çocukları, filanca ve ortakları şeklindedir. Ahmet ve Mehmet şeklindeki kullanım bizde yoktur. Yani öncelik ve sonralığı ifade eder ve, başta gelen illaki hakim midir? Bu bir tartışma meselesi, dil bilimciler tarafından yapılması gereken bir tartışmadır. İkinci sorun da Latin tabanlı bir alfabe kullandığımız için bu alfabenin Türkiye’deki telaffuzuyla, alfabeyi oluşturan sembollerin, harflerin işaretlerin Türkiye’deki söylenişleriyle başka dillerdeki söylenişleri arasındaki farklılık. Şimdi Türkçede siz “a”yı “a” olarak okursunuz asla bunu “ey” olarak okumazsınız. B’ yi be olarak okursunuz asla bi diye okumazsınız. C’yi ce olarak okursunuz asla si olarak okumazsınız. Yani ey-bi-si şeklinde Amerikalı birisi bunları telaffuz eder. Ama siz a-be-ce şeklinde, yani bizim alfabemizin adı abc dir. Yani “ne öğreniyorsun?”, “abc”. Eski Türkçede de bu arap harflerinin ilki elif sonraki be olduğu için elifbe dir. Yani alfabe kelimesi zaten oradan gelmektedir. Yani alif ba şeklinde elif be, al fa be, şeklinde gelmiştir Türkçeye. Zaman içerisinde zaten kısaltmaların yaygınlaşmasının arkasında Amerikanizm; yani İngilizce’nin ötesinde bir olgu bu. İngiltere’de de böylesine, bu kadar yoğun bir kısaltma kültürü mevcut değil; ve ya İngilizce’yi kullanan Güney Afrika’da, Avusturalya’da da bu tür kısaltmalar çok yaygın değil ama Amerika’da bu çok yaygın. Dolayısıyla kısaltma ifadeler kullanmayı ben Amerikanizm olarak değerlendiriyorum. Amerikanın kendine özgü farklı etnik kökenlere mensup olan insanların yeni bir kültür yapısı içerisinde, bize öyle gelmeleriyle oluşan bir yapıdan bahsediyoruz, bu yapı içerisindeki telaffuzlar. Şimdi asla ve asla herhangi bir kısaltmanın Türkçe alfabenin okunuşu dışında telaffuz edilmesi söz konusu olamaz. Ancak siz onu o şekilde okuduğunuzda insanlar; “ya bu İngilizce’de böyle mi okunuyor?”, “ya bu böyle çünkü”. Peki nereden duyuyorlar? Yine televizyonlardan, yine radyolardan, yine başka yerlerden duyuyorlar. Çünkü dizideki kahraman onu o şekilde telaffuz etmiş. E peki siz bütün metni Türkçeleştirirken neden kısaltmaları Türkçe söyleyişle ifade etmeyi tercih etmiyorsunuz? Çünkü bunlar kolay. Kelimeyi kahramanlar bütün olarak İngilizce şekliyle telaffuz etse, o zaman Türkçe olarak metni söylemiş olmayacaksın, çevirisini yapmış olmayacaksın. Şimdi burada çevirmenlerin çok ciddi bir hata yaptığını düşünüyorum ben. Yani metnin oraya kadar olan kısmını çeviriyorlar, orda metni nasıl olsa bunlar birer işarettir diye; yani “ey-di-es-el diyelim ya”; niye “ey-di-es-el” diyelim, bu adsl’dir yani Türkçedeki adı a-de-se-le’dir. Başta işte bir kelime, hep aynı şeyden söz ediyoruz, yani Türkçede nasıl telaffuz edilmişse ilk başta nasıl söylenmişse veyahut ta söyleniş şekli benimsenmişse artık o şekilde yerleşiyor.

Evet, hocam. Mesela benzer şekilde ilk zamanlarda yüro diyorduk şimdi avro diye geçiyor her yerde.

  • Şimdi yüro konusunda bakın Avrupadaki Avrupa Birliği üyelerinin her birisi de, bu kelimeyi aynı şekilde telaffuz etmiyorlar. Yani bugün Çek Cumhuriyeti’nde, bugün Bulgaristan’da, yani bunların hepsi Avrupa Birliği içerisinde, Avrupa para birliğinin içerisinde bulunan ülkeler, hiç kimse Macaristan’da, Avusturalya’da, Avusturya’da, Almanya’da veya İtalya’da aynı şekilde, yüro şeklinde telaffuz etmiyor. Yüro ifadesi anglosakson kültüre mahsus bir şey. Yüro diyebilmek için sizin İngiliz aksanına sahip olmanız gerekiyor. Ama bir Alman ırkında örodur, veya Fransız şehrine gittiğinizde öro şeklinde, biraz daha doğuya gittiğinizde, övropa şeklindedir. Türkiye’de Türk Dil Kurumu bunun “avro” olarak kullanılmasını önerdi. Uzun bir tartışma dönemi yaşandı, ben de bunu bizzat takip ettim. İşte y ile yazılsın yuro şeklinde veyahut da yüro şeklinde yazılsın yüro şeklinde de okunsun denildi. Bu çok benimsenmedi, daha sonra evro şekli teklif edildi. Ve en son avro şeklinde Türk Dil Kurumu nihai teklifini bu noktada yaptı ve bu şekilde benimsendi. Bu saatten sonra ister euro şeklinde yazsınlar ister başka şekilde, yani Avrupa’daki her ülke kendi aksanına göre bunu yazsın, Türkçedeki tavır belirlenmiştir. Yani önemli olan bu tür olgularda devlet olarak kararlı bir duruşu sergileyebilme. Ama bu kararlı duruşu alabilmek için de mantıklı, insanların aklına yatacak bir yöntemi uygulamış olmak lazım. Yani benim aklıma yatmayacak şekilde siz bir kelime üretirseniz veya Türkçenin kurallarına aykırı bir şekilde ve söyleyişi zor, yazılışı zor bir şekilde bunu üretirseniz, yani siz ne kadar kararlı durursanız durun, e ben de o zaman bildiğimi söylerim. Yani bunu algılayabildiğim anlatabildiğim şeklinde kullanmaya devam ederim. Burada tabi ki Türk Dil Kurumuna da çok fazla iş düşüyor, yani dil bilimiyle uğraşan arkadaşlarımıza da çok iş düşüyor. Dilde yeni sözcükler, yeni tamlamalar, yeni bütünlükler, yeni birlikler oluştururken birleşik kelimeler oluştururken, yani Türkçenin tarihsel geçmişi, Türkçenin içinde bulunduğu durum ve Türkçenin ifade gücünü ve Türkçenin o şevk, ahenk dediğimiz, ses uyumu dediğimiz, temel düzenini de asla sarsmayacak sistemleri dikkate alarak yeni bütünlükler, yeni birlikler, yeni türetmeler yapmak zorundayız. Aksi takdirde; dilde yabancı dilden girecek olan kelimeleri karşılayalım derken, dilin temel özelliklerini de kaybetme riski, kaybetme tehlikesi her zaman için var. Bunlarda da dil bilimcilerin çok dikkatli ve işbirliği içinde yani bilim adamlarımızın, yani tıp terimlerini hazırlarken; bir dil bilimciyle bir edebiyatçının ve bir dil bilimcinin, bir tıp bilginiyle bir arada buluşup ortak karar vermesi son derece önemli. Hatta ve hatta sıradan biri, yani bu konularla sadece hasta olduğunda karşılaşacak bir vatandaşın da bulunması son derece önemli ki; yani bilimsel olarak bunu üretenden, son kullanıcı adını verdiğimiz kurula kadar olan kesimlerden temsilcilerle işbirliği içinde çalışılmalı. Yani günümüzde de Türkiye’de tartışılan “temel demokrasi var mı yok mu”, “demokrasiyle ilgili temel sorunlar bunlar değil mi”; dil de aynı şekilde yani dil demokrasinin en temel ilkesi. Yani ortak bir paydada hepimizin katkısıyla buluşmak ve hepimizin ifade ettiğimizi doğru bir şekilde karşımızdakine anlatabilmek ve karşımızdakinin de bizi doğru bir şekilde algılayabilmesini sağlamak olmalı. Aksi taktirde “ben  yaptım oldu” mantığıyla gidemez kimse, bu konuda da kesinlikle ciddi olunmalı, hassas olunmalı, bu ciddiyet ve hassasiyet gösterildikten sonra kararlı bir duruşla kesinlikle, yani Türkçemiz, denildiğinde aitlik ve sahiplik kavramlarını isterseniz bu noktada sizinle paylaşayım. Dilde ve kültürde aitlik ve sahiplik çok önemli kavramlar. Kültürde bir şey size ait olur ama siz ona sahip çıkmazsanız onun aidiyeti çok fazla bir anlam ifade etmez. Yani bu tıpkı dedenizden size kalmış bir tarla gibi, bir eski ev gibi; yani siz sahip çıkıp orayı ekip biçmezseniz, siz o evi bir şekilde düzenleyip bakımını yaptırmazsanız, belli bir zaman sonra ev çökmeye başlayacak, belli bir zaman sonra tarla dikenlik bir alan haline dönüşmeye başlayacaktır. Burada en önemli olgu sahip çıkmak. Gençlerimizin de yapması gereken bence kültürümüzün her alanında olduğu gibi, sizlerin de yaptığı gibi, dilde duyarlı bir sahiplik olgusunu gerçekleştirmek, sahip çıkmak yani. Dilim, benim dilim. Aitlik ise, kesinlikle size bir şey ait ise ait olmasa bile size neyin ait olup olmadığını belirlemek. Bazen sizin kültürünüzün içersinde size ait olmaya unsurlar da bulunabilir. Ama belli bir zaman içerisinde siz eğer yine onlara sahip çıkarsanız, onların size aidiyeti söz konusu olmaya başlayacaktır. Ait olmayan bazı unsurlar varsa ki bunlar zaman içerisinde kültürden ve aynı şekilde dilden dışlanacaktır. Benim kesinlikle ve en son olarak vurgulamak istediğim şey sahip çıkmak ve bu sahip çıkışımızı da her yerde, herkese ifade etmeye çalışmak.

Peki” ke” midir; “ka” mıdır, kısaltmalarda?

  • yani kelimeyi söylerken kelime derseniz ke’dir, kalem derseniz ka’dır. Yani Türkçede bu şimdi sert ünsüzler dediğimiz ünsüzler sırasından sonra geldiğinde ke olarak gelecektir. Bir de sözcüğün kısaltmasının ilk harfi kalın sıralı mı, ince sıralı mı? Yani Türkçe biliyorsunuz ünsüz, ünlü şeklinde ve yahut da ünlü, ünsüz şeklinde devam eder. Mesela SSK neyin kısaltılması. Sosyal sigortalar, se’dir. Ama kurum dediğimizde ka’dan sonra gelen veya ke’den sonra gelen u olduğu için ka şeklinde onu telaffuz etmemiz gerekiyor. Se-se-ke şeklinde onu telaffuz edemezsiniz. Yani ka normalde Türkçede okurken ke olarak okunmaz. Alfabede ka olarak okunur. Alfabede de ka olarak okunduğu için siz onu ka olarak telaffuz etmek zorundasınız. Ama te-be-me-me dir. Siz ta-ba-ma-ma olarak okuyamazsınız. Genelde diğer sesler ince sıralı olarak okunuyor ve kısaltmalarda da incelik söz konusu olacaktır. Başka bir vurgulama önemli hale gelmiyorsa. Genellikle sonu ünlü ile biten birkaç kısaltmada, böyle sorun olabiliyor ama mesela “rtük”, onu da ka deriz, ama kendinden önce ünlü olduğu için yani ordaki ka sesini ayrıca vurgulamaya ihtiyaç olmadığı için her hangi bir sorun yok, veyahut da “yök”. Kendilerinden önce ünlü olduğu için  onlarda çok fazla bir sorun yaşamazsınız ama ünsüzlerin sıralanmasıyla oluşturulan kısaltmalar sonu ka sesiyle biliyorsa, orada ka ve ke okunuşu söz konusu. Aslında bizim eski imlamızdan kaynaklanan, kaf ve kef seslerinin bulunmasından kaynaklanan bir sorun.

-          Biz ilk okulda öğrenirken işte a-be-ce-…-je-ke-le-me-… diye öğrendiğimiz için..

Ke-le-me değildir, ..-ka-le-me-.. dir. Bu muhtemelen öğretmenlerin bu konuda yeterli bilgi sahibi olmamasından kaynaklanıyor. Ka-le-me-ne’dir. Bir de, “ğ” farklıdır. Ge- yumuşak ge-.. yani diğerlerinin hepsinde e sesi kelir ama sadece “k”da; ka-le-me, ke-le-me değil.

-          Peki şey, mesela yüro olarak söylenmeye başladı dışardan öyle geldi sonra türk dil kurumu bunu avro olarak kabul etti. Bunun medyada uygulanmasını yani kontrolünü kim sağlıyor, rtük mü? Medya ayağında özellikle.

Hayır, hiç kimse sağlamıyor. Türk Dil Kurumu sadece bütün kuruluşlara, bu özellikle basın, yayın, iletişim araçlarının, yönetimlerine ve genel yayın yönetmenlerine, bu şekilde kullanılmasının doğru olacağına yönelik, Türkçenin ses yapısı ve Türkçede bu kelimenin kısaltmasının ve telaffuzunun da şu şekilde olmasının gibi. Türkçede esas olan okunuş ve yazılışının aynı olması ve kolay olması; yani Türkçenin en temel özelliğidir. Birer yazıyla durumu belirtir. Yani buna uyanlar da var uymayanlar da var.

-          Uymaları için her hangi bir yaptırım var mı?

Yaptırım söz konusu değil. Keşke olsa yani.

-          Biz de bunu harekete geçirmeye çalışıyoruz zaten. Zorlama tarzında değil de, siz geçende dediğiniz gibi medyayı suçlamak değil, medyayı bir araç olarak kullanmak. Mesela biz en büyük etken o diye düşünüyoruz. Basın yayın organları bu konuda çok etkili çünkü dediğiniz gibi, az önce de örnek verdiniz Türkiye’de günde en fazla 2 milyon gazete satılırken günde 20 milyon izlenim oranı var mesela. Burda en büyük oran basın yayın yani televizyona kalıyor. İşte bu da çıkıp yüro yerine, avro denmesi gerekiyor, çünkü biz Avrupa diyoruz. O şekilde öğrenmişiz, bir para birimi çıkarmışlar, n’olsun Avrupa’nın ortak para birimi olduğu için; “avrupa”yı diyelim şimdi ortadan ikiye keselim. Mesela İngilizler euro yani yüro diyor biz de ingiliz etkisinde kaldığımız için yüro demişiz. İngiliz etkisinde kaldığımız için çoğunluğumuz öyle diyor. Avro ilk başta kabaca geliyor. SayınÜstün Dökmen bunla ilgili komik bir şey söyledi. Yani yüro dersen sen çok bilgilisin, entelsin; ama avro dersen sen kırosun yani. Üstün Dökmen hocamız da böyle bir espirili yaklaşımda bulunmuştu. Sanırım bu birazcık ordan da kaynaklanıyor.  

Yani ben şunu söyleyeyim, Üstün Bey’in söylediği şeyle ilgili. Dilde entellik olmaz. Yani şey anlamında söylüyorum. Yani kendi dilinizde; eğer daha çok şey bildiğinizi söylemek istiyorsanız kendi dilinizle söyleyin. Başka dilden alıntılarla “ya ben daha aydınım”, eski ifadeyle “daha münevverim”, batı dillerindeki ifadeyle “daha entellektüelim” şeklindeki bir yaklaşım bu şekilde gösterilmez. Dilinizi öylesine güzel bir şekilde kullanırsınız ki, karşınızdaki insan sizin söyleminizden ve cümleleri seçişinizden, cümle kuruşunuzdan ve kelimeleri kullanışınızda hangi seviyede olduğunuzu hangi düzeyde olduğunuzu hemen anlayabilir. Yani ben karşıma gelen bir insanın, “sizin görüşlerinizden çok istifade ettim hocam” veyahut da “çok müstefil oldum hocam” deyişindeki inceliği de anlarım; “hocam bu görüşmemiz çok yararlı oldum, çok yararlandım” diyen bir yaklaşımın da nasıl bir sonuçta nasıl bir eğitim sürecinden geldiği konusunda veyahut da dili hangi düzeyde kullandığı konusunda az veya çok düşüncelerimi, çıkarımda rahatlıkla bulunabilirim. Yani eskilerin dili kullanma konusundaki gerçekten lise düzeyindeki eğitim sonrasında dil kullanım becerilerine ben gerçekten hayranım ve bunda da çok iddialıyım. Yani 1960’ların sonlarına kadar liseyi bitirmiş olan insanların bugünkü üniversite mezunu olan pek çok arkadaşımızdan dili çok daha güzel kullandıklarını görüyorum. Ha içlerinde tabiki Osmanlıca kelimeler kullanıyorlar, kendi kuşaklarının gereğidir. Yani onlar kuşak gereği nesih kelimesini kullanacaklardır. Ahmet Haşim’in dediği gibi “melali anlamayan nesle aşina değilim” derken ahmet haşim yani “bizim tüyü tam olarak algılayamayan bir kuşağı biz tanımayız” veyahut da “böyle bir kuşakla tanışıklığımız yok” ifadesi şiir dilidir, bu şiirden bir mısradır. Dili güzel kullanmayan bir kuşağın oluşması hakikaten kötü. Yani hele hele üniversite mezunu olup da günlük dilde yarı yarıya argo kelimeler kullanan, dili kırık dökük kullanan, doğru dürüst cümle kullanamayan, televizyon ve benzeri iletişim araçlarında kullanılan sözcükleri kullanarak kendisini ifade etmeye çalışan, yazılı anlatım konusunda yetersizliği kesinlikle ortada olan bir kuşağın temel sorunu, okumamaktan geliyor, okumamak. Yani sözlü olarak kendisini ifade etmeye çalışmak için çok değil, çünkü günlük dilde kendimizi ifade etmek için en fazla 700 ila 1500 kelimelik bir sözcük dağarcığına ihtiyacımız var ki bu günlük ihtiyaçlarımızdır. Üniversitede bu olsun olsun 2 bine çıksın. Ama siz gerçekten dile hakim, dili iyi kullanan birisi iseniz veya olma yolunda bir çaba içerisinde iseniz, dili en az 3 bin kelimelik bir kadro ile, 3 bin kelimelik bir sözcük dağarcığıyla kullanabilen bir birey olmak zorundasınız.

-          Diline sahip çıkma ile ilgili Fransa’nın çabalarını hepimiz biliyoruz. Bu konuda çeşitli çabaları, yaptırımları oluyor. Böyle bir yaptırım uygulamak ne kadar doğru, bunu Türkiye’de ne kadar uygulayabiliriz?

Şimdi Fransızların bu konuda özel çabalarının olduğu pek çok kişi tarafından dile getiriliyor, basın yayın organları tarafından da dile getiriliyor. Devlet olarak bir takım özel koruma kanunları çıkardıkları, yerel yönetimler tarafından özel koruma kanunları çıkardıkları, yani Fransız dilinin adeta bir güzellik dili, bir giyinme süslenme gibi bir dil olduğu iddiasıyla ortaya çıkma eğilimindeler. Zaman zaman diğer milletler ve toplumlar da bununla alay da ediyorlar aslında. “Ben bu işe Fransız kaldım” veyahut da “çok Fransız kaldım” ifadesi aslında bizim kültürümüze özgü bir söylem değildir. Bir şeye Fransız olmak veyahut da Fransız kalmak aslında İngilizler’in ürettiği, Amerikalılar’ın ürettiği bir ifadedir ve kasıtlı olarak üretilmiştir. Amerika’da üretilen bir yapıdır, ibaredir. Çünkü Fransız etkisine, İngilizlerin ülkesine hakimiyetini ortaya koymasından sonra tamamen azaltmak için Amerika Birleşik Devletleri içerisinde Fransız kültürü ve Fransızca’yla ilgili pek çok şey küçümsenmiştir veyahut da alaya alınmak suretiyle, İngilizce’nin kesin hakimiyeti sağlanmaya çalışılmıştır. Fransa’nın tabi ki Avrupa içerisinde böyle bir çaba içerisine girmesi teklif üstünlüğü mü? İngilizce konuşulan dünyada olmasından kaynaklanıyor. Almanların teklif üstünlüğü yani, anglosakson grubun artık Avrupa dilleri içerisine, eskiden “lingua franka” denilirken yani Fransızca ve toplumlar arası, milletler arası dil olma özelliğidir. Lingua franka olmak demek yani, lingua dil, franka tüm diller arasında ortak konuşulan ortak anlaşılan dil olma özelliğidir. Fransızca bunu kaybetti. Neden kaybetti; çünkü teknik anlamdaki üstünlük ve teknik alandaki yaratmaların çoğu İngilizce konuşulan dünyada üretildiği için, Fransa’nın bu konudaki etkisi, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren çok ciddi bir düşüşe geçti. Bu düşüşle birlikte Fransızlar da, yani sadece kendi dillerini dünya dilleri üzerindeki etkinliğinin azalmasıyla kalmadı iş kendi dilleri de İngilizce’den etkilenmeye başladı.  Bundan dolayı da bir Fransız’lıkla ve; Fransızlar bu kanunu çıkartırken Almanca’dan veya Türkçeden korktukları için üretmedi yani, veyahut da böyle bir kanunu Macarca’dan veyahut da Bulgarca’dan korumak amacıyla yapmadılar. Etkinlikler, İngilizce çok fazla orada da etkin olmaya ve İngilizce kaynaklı, özellikle teknik alandaki pek çok terim onlarda da benzer bir kaygıya yol açtı. Bu milli bir duruştur. Ulusal varlık veya yokluk mücadelesinin bir parçası olarak bunu görme yada görmemedir. Fransızlar’ın böyle bir duyarlılık sergilemeleri tamamen kendi ulusal duyarlılıklarını ciddi bir kaygı içerisinde ulusal varlıklarını ciddi bir kaygı içerisinde görmelerinden kaynaklanmakta ve kendi gelecek kuşaklarının, İngilizce’nin hakimiyeti altına girme endişesi durumlarına vakıf olmasıyla, ortaya çıkan önlem alma girişimidir. Peki sonuç verir mi? Vereceği alanlar çok ama vermeyeceği alanlar da çok. Çünkü siz dilinizi etkin kılmak için üretmek zorundasınız, yani bu temel noktada etkin olamadığınız sürece ya sürekli karşılık üretmek zorundasınız ya da olduğu gibi girecek olan kelimelere buyur gel demek zorundasınız. Yani başka çareniz kalmayacaktır. Yani temel seçenek üretmek, üretemiyorsanız karşılık üretmek, her ikisini de yapamıyorsanız ordaki kelimeyi olduğu gibi almak, kendi dilinizde telaffuz ettiğiniz biçiminde kullanmaya başlamaktır. E Türkçe bu yolla, koruma kanunlarıyla korunabilir mi? Bir noktaya kadar. Yani bunların kalıcı çözümler olmayacağı, olmadığı açıktır. Fakat bütün bunları söylerken şunu da söylemekten ifade etmekten kendimizi alıkoymayalım. Türkçemizin çok özel bir yapısı var. Yani Türkçe öyle kolayca kaybolur mu gibi bir endişe içerisine de girmenin, bir vesvese, bir kuruntu haline dönüşmesine de izin vermeyelim. Yani şimdi “dilimiz elden gidiyor”, şimdi dil mutlaka bizim milli varlığımızın, milli benliğimizin, kişiliğimizin, insanlığımızın ifadesidir ve bu anlamda kesinlikle taviz veremeyiz, vermemeliyiz, bu çok kesin. Yani Türk milletinin varlığından bahsedebilmek için, Türkçenin varlığından bahsetmek lazım. Millet olabilmenin temel özelliklerinden, ulus olabilmenin temel özelliklerindendir bu. Dili, bu şekilde belirledikten sonraki aşamada peki, bunu korumaya yönelik tam bir duvar örelim mi? Duvar öremezsiniz. Özellikle de iletişimin bu kadar, ulaşımın bu kadar geliştiği bir dünyada, bir çağda, başka kültürlerin, başka dillerin sizin insanınızla temasını kesmek gibi bir davranış içersinde bulunmak ancak diktatörlük rejimlerinde bile zor mümkün olacak olan bir husus. Bunun yerine dilinizi sevdirmek temel olan. Yani  ödüllendirmek, teşvik etme, sevdirme ve daha ilköğretimden itibaren dil duyarlılığı konusunda bilinç oluşturma çalışmaları, toplantıları, güzel konuşmalarla ilgili örneklemelere yönelik çalışmalar, bunları arttırmakla olacak bir şey. Yasaklarla bir yere varmanız mümkün değil ama yasaklamaya ancak ve ancak hangi noktada; toplumu gerçekten sarsacak, gerçekten etkileyecek; şimdi Konak meydanında her tarafı İngilizce tabelalarla doldurursanız tabi ki bu etkiler, bu İzmir’de yaşayan herkesi etkileyecektir. Konak meydanından geçen herkesi bir şekilde etkileyecektir. Ama tersini yaparsanız, Türkçe tabelalarla doldurursanız, bu da Türkçe konusunda insanlara, daha gördüğü anda orada bir sevgi, bir ilgi, bir sempati olaşacaksa Türkçeye karşı oluşacaktır. Tersi durumda da o şeye karşı oluşacaktır. Hangi dilde onu ifade ettiyseniz, o şekildedir. Yasaklamanın sadece o boyutta olmasını ben düşünüyorum. Yani toplumu etkileyecek alanlarda Türkçesi varken başka bir dilde ifade etmeyi yasaklamak şeklinde. Televizyonlarda başka ülkelerden alınmış yapımları yasaklayamazsınız, ama siz bunları Türkçe olarak ifade etmek zorundasınız. Türkçe olarak konuşturmak zorundasınız. Amerikalılar’ın da şöyle bir alayı vardır kendi kendileriyle, “dünyada herkes İngilizce bilmek zorunda”, çünkü Amerika’da izlediğiniz hiçbir film başka bir dilde olamaz. Dili sadece İngilizce olmak zorunda, dolayısıyla onlar da öyle der. Yani Çinli de İngilizce konuşmak zorunda, Türk de İngilizce konuşmak zorunda, Afrikalısı da, Avrupalısı da herkes İngilizce konuşmak zorunda. “Tarih öncesinde bile İngilizce konuşuyordu insanlar” şeklinde; yani şimdi çok eski zamanlarla ilgili mesela dinazorlarla ilgili bir film yapıyorlar. E bakıyorsunuz dinazorlar bile İngilizce konuşuyor. Ama bu aşırı bir egonun ürünüdür, aşırı bir benliğin ürünüdür. Öylesine bir benlik oluşturmuşlar. Bu bir sürecin sonunda ortaya çıkıyor. Dili koruma noktasında sadece koruma kanunları değil, dili sevdirecek ve etkin kılacak çalışmalarla dili korumayı tercih etmek lazım. 

Şiiri güzel okuyan insandan şiir dinlemek ayrı bir zevk verir. Şarkıyı, dili doğru bir şekilde kullanan, ses yüksekliklerini, alçalmasını, doğru bir şekilde ifade eden bir sanatçıdan dinlerken ayrı bir zevk alırsınız. Yani herkes bir şeyleri okuyabilir, söyleyebilir ama dili doğru bir şekilde telaffuz eden birisi konuştuğunda yani sözcükler artık bir günlük dili ifade etmenin ötesinde, bir güzellik anıtı gibi karşınızda yükselmeye, kulağınıza ulaşmaya başlar ki o zaman ruhsal anlamda da, yani sadece beyin anlamında değil, ruhsal anlamda da bir doyum sağlamaya başlarsınız ki, dilde güzel olan da budur. Bu anlamda yani dili güzel kullanan yazarlar, konuşmada da Türkçeyi düzgün kullanan, düzgün konuşan, hem ses olarak hem cümle yapısı itibariyle, sanatçıların kesinlikle seçkin kesilmesi, onların ödüllendirilmesi lazım. Bazı yarışmaları sunan sanatçılarımız, Mehmet Ali Erbil; hiç kimseye bu anlamda bireysel olarak eleştiri göndermek istemiyorum ama; dili ukalalık derecesinde sulandıran, basitleştiren bir tavır sergiliyor. O onun satış tarzı, yani mizah dediğimiz, gülme unsuru yaratma özelliği. Ama Cem Yılmaz da mizah yapıyor; ama dili sulandırmadan da mizah yapılabileceğinin örneğini gösteriyor. E şimdi Kenan Işık, dildeki vurguyu orda görüyorsunuz, ayrı bir haz alıyorsunuz. Zeki Müren’in okuduğu bir şarkıyı dinlediğiniz zaman dildeki o ahengi her sesin değerine, Türkçede en güzel şekliyle vurgulanışını görüyorsunuz, Barış Manço’yu dinliyorsunuz. Yani bunlar tamamen farklı insanlar. Onları sanatçı yapan sadece güzel ses ve güzel enstrüman, müzik aleti çalabilme becerileri değildir. Aynı zamanda dilde de en iyi şekilde yaptıkları sanatı icra etmeleri, ifade etmeleridir.

-          Hocam şimdi son bir soru, televizyonlarda, gazetelerde yanlış kullanımla ilgili örneklere çok rastlıyoruz. Peki kitaplarda, romanlarda bu yanlış kullanımlar sık rastlanıyor mu? Yani sonuçta bir yazar; çok iyi Türkçe bilmesi gereken biri, yazan kişi. Çevirenlerin de Türkçeye iyi çevirmeleri gerekiyor. Yani yabancı sözcük çok karışıyor mu ya da Türkçe çok yanlış kullanılıyor mu?

Bazı çevirilerde maalesef, yani romanlarda ve hikayelerde çok fazla karşılaşmazsınız böyle bir durumla ama, bazı günlük yazılarla ilgili çevirilerde, bilimsel çevirilerde çok sık yabancı sözcük kullanımına rastlıyorsunuz yani çevirinin yapılmadığını görüyorsunuz. Ama roman ve hikayelerde dili iyi kullanmak veyahut da iyi kullanmamakla ilgili şunu söyleyebilirim. Çok fazla devrik cümle kullanmak. Devrik cümle kullanmak genelde şiir diline mahsus bir özelliktir, yani şiir dilinde edebi sanatlar dediğimiz araçları da, yani şiirdeki temel özellikler nedir diye baktığınızda ölçüdür yani vezindir, kafiyedir, rediftir, iç uyaktır, bunları kullanırsınız. İkinci aşamada edebi sanatlar dediğimiz işte benzetmedir, teşbihtir, teşhistir, tezattır vs. bu tür sanatları kullanmak ve kuralsız, devrik cümle kullanmak suretiyle dilde otomatik algılamayı sağlayan unsurları ortadan kaldırıp orada kullanılan özel ifadeyi biraz daha algılamayı geciktirmek suretiyle farkındalık yaratmaktır. Yani şiir dilinin en temel özelliği budur. Roman ve hikaye dilinde ise tasvirle, edebi sanatla, roman ve hikayede durumlarla ilgili olarak yazılır yani, iki tezat karakter yaratırsınız, iki farklı karakter yaratırsınız, bunların çatışması tezat sanatı olarak ortaya çıkar. Yani orada da bir edebi sanat vardır. Ama bu çatışmayı yaratmak için dili kırarak kullanmanıza hikayede gerek yoktur. Dili çok basit ve bayağı hale getirerek kullanmanıza roman ve hikâyede gerek yoktur. Dili ne kadar mükemmel kullanırsanız roman ve hikaye hem olay örgüsü, hem yarattığınız kişiler, yaptığınız mekan tasvirleri benzer özellikleriyle birlikte bütünleşip yaratmak istediğiniz, edebi tarzı, edebi zevki en iyi şekilde karşınızdakilere vurgulamış olursunuz. Aksi takdirde dili çok kötü kullanmak suretiyle hikaye ve roman yaratılamaz zaten. Ama maalesef bu şekilde davrananlar da var. Ama piyasada az, zaten onların çok fazla okunması da mümkün değil.   
Tüm Hakları Saklıdır: Ferhat ÖZBEN, Asiye DENİZ, Burcu UYSAL, Handan DUYMAZ, Filiz ÇİÇEK, Serap ŞAHNA - 2008 Bilişimci Martılar Ege Üniversitesi Grubu


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder